Ana içeriğe atla

Bilişim Teknolojileri Yüksek Lisans tanıtımı

Bilişim sektörünün aradığı özelliklere sahip profesyoneller yetiştirmek amacıyla hazırlanan Bilişim Teknolojileri Yüksek Lisans Programı, sunulan olanaklar, katılımcı profili ve mezunlar hakkında bilgi vermek ve soruları cevaplamak üzere 26 Mart 2014, Çarşamba günü, Sabancı Üniversitesi Minerva Palas’ta tanıtım toplantısı düzenliyor.

Tanıtım toplantısı kapsamında;  “Eğitim programınızın içeriği, kapsamı ve formatı nasıldır?”, “Eğitmenlerimiz kimlerdir?”, “Bu program nasıl bir kariyer hedefi ile uyum içindedir?” ve “Bu programa başvuru için belirli bir birikime sahip olmam bekleniyor mu?” sorularına yanıt verilecek.

Program:

Tarih: 26 Mart 2014, Çarşamba

Saat: 18:30 - 19:30

Yer: Sabancı Üniversitesi Minerva Palas Bankalar Caddesi No:2 Karaköy-İstanbul

“Engelsiz Türkiye İçin: Yolun Neresindeyiz?”

Sabancı Üniversitesi ve Hacettepe Üniversitesi işbirliği ile 27 Mart 2014, Perşembe günü, 09:00-12:20 saatleri arasında, Sinema Salonu’nda “Engelsiz Türkiye İçin: Yolun Neresindeyiz?” başlıklı bir konferans düzenlenecek.

Toplantının açış konuşmasını Toplumsal Duyarlılık Projeleri Yöneticisi Zeynep Bahar Çelik yapacak. Açış konuşmasının ardından “Bir Rapor ve Bir Ders: Gözleyerek ve Yaşayarak Dönüşmek” başlıklı panele geçilecek. Panelde; Dr. Zeynep Nevin Yelçe, Ayşe Dicel, Elifnaz Sağlamkaya, Harun Nalbant, Iraz Gülce Gaygusuzoğlu, Kardelen Ergöz ve Arş. Gör. Pınar Ensari konuşmacı olacaklar.

Panelin ardından sırasıyla; Prof. Dr. Erol Belgin “Türkiye’de İşitme Engelliler ve Tedavi Yaklaşımı”, Doç. Dr. Ayşe Sanem Şahlı “Günümüzde İşitme Engellilik ve Yaşam”, Prof. Dr. Esra Burcu “Türkiye’de Engelli Bireylerin Sosyolojik Profili” ve Prof. Dr. Musa SağlamHacetettepe Üniversitesi Örnekleminde Engellilik Konusunda Toplumun Farkındalığını Artırmaya Yönelik Çalışmalar” başlıklı konuşmalar yapacaklar.

“Engelsiz Türkiye İçin: Yolun Neresindeyiz?” Raporu

Sabancı Üniversitesi Bireysel ve Akademik Gelişim Merkezi (BAGEM) yürütücülüğünde, Engelsiz Türkiye’ye geçiş sürecinin neresinde olduğumuzu “eşitlikçi” ve “hak temelli” bir yaklaşımla değerlendirmek ve öneriler getirmek amacıyla, 2013 Mayıs ayında “Engelsiz Türkiye İçin: Yolun Neresindeyiz?” başlıklı bir rapor hazırlandı.

Engelsiz Türkiye’ye geçiş sürecinin neresinde olduğumuzu “eşitlikçi” ve “hak temelli” bir yaklaşımla değerlendirmek ve öneriler getirmek üzere hazırlanan raporda, engelli bireylerin yaşama katılımı; erişilebilirlik (fiziksel erişilebilirlik, bilgi ve hizmete erişim), eğitim, istihdam, siyasal katılım ile sağlık ve rehabilitasyon hizmetleri olmak üzere beş başlık altında ele alındı. Raporun son bölümünde de ilk dört başlığa ilişkin ikişer politika önerisinin maliyet analizlerine yer verildi.

Rapor için lütfen tıklayınız.

ShakeUp'la tanışın...

Üniversitemizin üniversite adayı öğrencilere özel geliştirdiği mobil uygulama ShakeUP'ı yakından tanıyın: 

Başarılı olmak istersin değil mi? 

Başarının tanımı herkes için farklı. Kimi bilimde, kimi sanatta, kimi sporda, kimiyse hepsinde iddialı. Başarı, büyük hedefleri gerçekleştirmek için atılan küçük adımların izinde saklı.

Küçük adımların sana rehberlik etmesini istiyorsan, ShakeUp'la tanış...


Shake'le ve harekete geç!

Uygulamayı indirmek için: GooglePlay-APPstore

Uygulama hakkında bilgi için: shakeup.sabanciuniv.edu

Kampüsümüzde bahar: Sakuralarımız...

Sabancı Üniversitesi arazisine ocak 2007 tarihinden bu güne 2600 adet Prunus serrulata dikilmiştir.

Baharın tüm güzelliğini yaşadığımız şu günlerde kampüsümüzdeki sakuraları yakından tanıyalım:



Güzellik ve estetiğin simgesi olan japon kirazları çiçek açtığında, Japonlar eşi dostu toplayıp parklara, bahçelere, tapınaklara akın ediyor, çiçek izleme partileri, yani "hanami" yapıyor. Birçok kişi dalından teker teker dökülen japon kirazlarının çiçekleri altında yürümeyi, kar altında yürümeye benzetiyor. Ülkenin her yerinde düzenlenen festivallerle bu doğa olayı kutlanıyor. Tabii kiraz ağaçlarının Japon kültüründe bu kadar önemli olmasının sebebi sadece güzelliği değil, onlar kirazların çiçek açmasını hayata yeni başlangıç dönemi kabul ediyor. Dalında çok kısa kalmasıyla hayatın geçiciliğini simgelediğine inanılıyor. Üzerine şiirler, şarkılar yazılıyor. II. Dünya Savaşı’ndaki intihar pilotlarının son uçuşa çıkmadan uçaklarına bu çiçeği çizdiği biliniyor. "Sakura zensen" yani çiçeklerin açılması, Sakura aynı zamanda kadın ismi. Japonlar kirazların çiçek açma dönemlerini şölenlerle kutlamakla yetinmiyor, hayatlarındaki önemli başlangıçları, evlenecekleri, yeni bir işe başlayacakları ve tatile çıkacakları günleri sakura zensen’e göre ayarlıyor. Yani kiraz çiçeği Japonya’da tam bir fenomen. 11 ildeki 26 parkta gerçekleştirilen şölenler için her yıl dünyanın dört bir yanından binlerce turist Japonya’nın yolunu tutuyor. Sadece Japonya değil kiraz çiçeklerini şölenlerle karşılayan. Amerika, Kanada, Almanya, Filipinler bu görkemli doğa olayını festivale dönüştüren ülkeler arasında.

İçerik üniversitemizin peyzaj çalışmalarını yürüten Kartepe Peyzaj'dan alınmıştır.

Fotoğraflar: Gülseren Caşın

Kampüsümüzden bahar kareleri:


Sabancı Üniversitesi Maskot Yarışması

Üniversitemizde, kadın ve erkek tüm spor takımlarımızı temsil etmek, desteklemek üzere bir maskot çalışması yapılacak. Son Başvuru Tarihi: 18 Nisan Cuma

Bu çalışmanın tüm takımlarımızı ve tüm spor dallarını temsil edebilmesi için, ana fikrin ve uygulamanın üniversitenin ‘içinden’ çıkması, üniversitemizin vizyonu, temel değerleri, misyonu ile uyumlu olması; öğrencilerimiz ve sosyal paydaşlarımızın çoğunluğu tarafından benimsenmesi gerekmektedir. 

Detaylı bilgi almak ve başvurmak için: maskot.sabanciuniv.edu

Güzel gülen, zarif kadın Ayşe Kadıoğlu

Nesrin Balkan ile Çarşamba Sohbetleri

Ayşe Kadıoğlu: Ders vermeyi seviyorum, bana enerji veriyor. 1984’ten bu yana kaç senedir hala aynı heyecan ile ders veriyorum. Bunca senedir üniversite bünyesinde yaşayan biriyim, ama hala her yıl derslerin başladığı, öğrencilerin geldiği ilk gün, o heyecanı, kalp çarpıntısını hissederim. Üniversite benim gözümde öğrenciye ait bir yer.

Bu haftaki Çarşamba Sohbetlerinin konuğu Ayşe Kadıoğlu. 1998 yılından beri Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi olan Ayşe Kadıoğlu Eylül 2013’den beri de Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi’nin Dekanı. Ayşe Kadıoğlu bana göre Sabancı Üniversitesi ile özdeşleşmiş kişilerden biri, öyle ki, Sabancı Üniversitesi’ni düşündüğüm zaman zihnimde canlanan yüzlerden biri onun yüzü. 

Henüz 15 yaşında olan Üniversitemizin temeline harç koyan ellerden biri. Son derece mütevazı, zarif, feminen ve pırıl pırıl gülen güzel bir el. Ayşe’yi çalışma arkadaşlarına sordum, öğrencilerinin onunla ilgili yazdıklarına baktım. Herkesin onunla ilgili düşünceleri birbirine benziyor. Yakın çalışma arkadaşlarına göre o, sakin, ikna edici, iyi bir dinleyici ve çalışılması kolay bir insan. Ayşe Kadıoğlu ile öğrencilik yıllarından, hocaları, öğrencileri, eğitimciliği, annelik hallerine kadar geniş bir çerçevede konuştuk. Söyleşinin bu hafta yayınlanan birinci bölümünde bu konuları, haftaya yayınlanacak ikinci bölümde ise bambaşka bir konuyu okuyacaksınız.  

Öğrencilerin seni seviyor. Seninle ilgili hep olumlu görüşler okudum. İstersen oradan başlayalım. 

Peki, oradan başlayalım, öğrencilerle olan ilişkiden. Ders vermeye 1984’te başladım, henüz asistandım. Boston Üniversitesi’nde şimdi bizdeki SPS 101-102 gibi 400 kadar öğrencisi olan bir dersin asistanlarından biriydim. Gayet iyi hatırlıyorum, ilk discussion dersimi vermeye gittiğimde bir saatlik bir derse kendimi helak ederek yarım gün hazırlanmıştım. Ders vermek her zaman önemsediğim bir iş oldu. Yani araştırma yaparken onun yanı sıra yaptığım bir iş değil. Ders vermeyi seviyorum, bana enerji veriyor. 1984’ten bu yana kaç senedir hala aynı heyecan ile ders veriyorum. Bunca senedir üniversite bünyesinde yaşayan biriyim, ama hala her yıl derslerin başladığı, öğrencilerin geldiği ilk gün, o heyecanı, kalp çarpıntısını hissederim. Üniversite benim gözümde öğrenciye ait bir yer.

Tam 30 yıldır ders veriyorsun. Aslında hiç göstermiyorsun.

Evet, 30 yıllık hocayım ama hala derse girmeden önce 3-5 dakika bile olsa, ne yapacağımı düşünürüm. Sınıfta ne yapacağımı, nasıl bir konu anlatacağımı elbette önceden bilirim ama yine de sınıfa girmeden önce notlarıma bakarım. Gerçi artık tüm malzeme sanal ortamda, artık pek not taşımıyorum derse girerken. Zor bir konuyu basit olarak anlatabilmeyi kendime iş edinmiş biriyim. Ders anlatırken her zaman buna dikkat ederim. Bu konu çok zor ve karmaşık ve ancak böyle karmaşık anlatılabilir diyerek teslim olmam; onu basitleştirerek anlatabilmenin bir yolunu mutlaka bulurum.

Kalabalık öğrenci gruplarına ders vermeyi seviyorsun. 

Evet, o dinamiği seviyorum. Bir de ders anlatırken sıkılmamam lazım, benim kendimin sıkıldığım dersten öğrenciye bir hayır gelmez. Anlattığım dersten hoca olarak önce benim heyecan duymam lazım. Kendimi heyecanlandıracak bir şekilde anlatmaya çalışıyorum dersi. Öğrencilerin gözlerinin içine bakarak iletişim kurmaya çalışırım; beraber güleriz, hatta derste gülme krizim bile tutabilir. 

Evet, bir öğrencin de Ekşi Sözlük’te bu özelliğini yazmış.

 

Beraber gözümüzden yaş gelerek güldüğümüz olur öğrencilerle birlikte. İşte ders vermenin böyle bir dinamiği var. O kadar ders vermeye meraklıyım ki, doktora öğrencisi olduğum üniversitenin yakınlarındaki bir cezaevinde bir programı vardı ve orada ders anlatmıştım. Benim doktora öğrencisi arkadaşlarımdan birisi bu cezaevinde ders veriyordu; ben de onun dersine konuk hoca olarak girmiştim. Çok enteresan bir deneyimdi. İçeri girerken saç tokamı filan almışlardı. Orada birdenbire olayın ciddiyetini anlamıştım. İçeriye girince bir baktım koca avluda 400 kadar erkek mahkûm volta atıyorlar. Acaba doğru bir iş mi yaptım diye endişeye kapıldım.  Yüzümdeki endişeyi gören arkadaşım; “hiç merak etme, burada sana bir kişi kötü bir laf etse on kişi onu engeller çünkü bu programa çok önem veriyorlar, eğer bir sorun olursa program iptal edilir ve bunu da kimse istemez” dedi. Gerçekten hiçbir sorun çıkmadı. Sınıfa girdik, herkes okumaları yapmış. Ben böyle bir sınıf görmemiştim hayatımda. Ekonomi politik dersiydi ve Karl Marx anlatmıştım. Doktora döneminde, Siyasal Düşünce alanında, Marx’ın erken dönemi benim yan uzmanlık alanlarımdan biriydi.  Bir cezaevinde Marx anlattım yani! 

Amerika’da bir cezaevinde üstelik. 

Evet, Amerika’da bir cezaevinde Karl Marx… 

Ekşi Sözlük’te bir öğrenci seninle ilgili, “yoklama yapmadığı için dersine en düzenli ve en çok devam ettiğim hoca” diye yazmış. 

Evet, öğrencilere baştan söylüyorum, “sınıfa gelmek sizin için iyi olur, çünkü ben zor olanı kolaylaştırarak anlatırım” diyorum. “Kendi başınıza kitabı okuyarak, arkadaşınızdan not alarak yapması zor olur, bakın ben hayatınızı kolaylaştırıyorum” diyorum.

İlk kez mi dekanlık yapıyorsun?

Evet, ilk defa. 

Dekanlık ile ilgili düşüncelerin nedir? 

Aslında ben her işte olduğu gibi Dekanlıkta da bir heyecan duymasam yapamam. Var olan tek düze bir yapıyı yönetmek değil sadece, yeni bir şeyler yapmanın mümkün olabileceğinin heyecanıyla bu işe giriştim. Bunlar yeni programlar olabilir,  var olan ders programlarında birtakım iyileştirmeler, geliştirmeler olabilir. İlk üç ay kendi kendime birtakım sözler verdim, “bir dönem boyunca, akademik bir makaleyle ilgilenemedim, bir yazıyı yazamadım” diyerek kendimi kötü hissetmeyeceğim, zamanımı öncelikle bu işi anlamaya ayıracağım diye. Akademik çalışmadan  en azından bir dönem geri kalabilirim diye kendime izin verdim. Her gün ofise gelerek olağan işleyişi anlamaya çalıştım. Bir de kendime en azından bir yıl şikâyet etmeme sözü verdim.

Bir yıl şikayet etmeme kararı insanı huzurlu hissettirir. 

Şikâyet etmeyeyim, önce bir anlayayım diye düşünüyorum. İlk baştan pozitif yaklaşmaya çalışıyorum. Elbette negatif günler de olacaktır. Negatif enerjiye kendimi çabuk teslim etmeme kararıyla bu işe giriştim.  

Seni onbeş yıldır tanıyorum. Her zaman güler yüzlü, sakin ve pozitif insan olduğunu düşünüyorum. Yalnızca yıllar önce bir kez çok gergin olduğunu gördüm. Uluslararası bir organizasyon sırasındaydı ve sanırım bazı aksilikler vardı. Kendi kendine söyleniyordun ama kullandığın dil ingilizceydi, öyle ki dönüp benimle de İngilizce konuştun. 

Yapmışımdır. Her insan gibi benim de tatsızlıklar yaşadığım oluyor.  Mesela geçtiğimiz iki ay içinde peş peşe iki arkadaşımı kaybettim. Sevdiklerini kaybetmek insanı darmadağın ediyor. İkisi de epeydir hastaydılar ama yine de çok sarsılıyorsun. Güler yüzlülük ile ilgili olarak şunu söyleyebilirim: benim annemden geldiğini sandığım bir pozitif enerjim var.  Annem şimdi 84 yaşında ve ben hala ondan pozitif enerji alırım; telefon konuşmalarımızda her zaman pozitif şeyler söyler. Enerjim azaldığı zamanlarda Ankara’ya onları görmeye gidiyorum. Artık benim onlara pozitif enerji vermem lazım ama hala ben anne ve babamdan pozitif enerji alıyorum. Annem bu yaşında sırf ağabeyimle, benimle ve torunlarıyla iletişimde kalabilmek için internet öğrendi, Skype’dan beni arıyor. 

Annen saygı duyulacak, güzel bir örnek. Ne mutlu sana. 

Müthiş bir kadındır annem, evet… Tıp doktorudur. Ben pozitif enerjimin annemden geldiğini düşünüyorum. 

1998’den beri Sabancı’dasın,  16  yıl olmuş. 

Evet en başından beri buradayım. Sabancı Üniversitesi, gözümün önünde büyümüş bir üniversite, onun için de bağlılığım olan bir kurum. Daha önce, yani Amerika’dan döndükten sonra, Bilkent Üniversitesi’nde yedi yıl çalıştım. Ben ODTÜ’lüyüm aslında. Lisans derecemi oradan aldım. 1982’de ODTÜ’den mezun oldum. Yani 1978-1982 arası orada öğrenci oldum. Arada 1980’de askeri darbe oldu. 

Üniversite öğrenciliğinin ortasından bir darbe geçmiş. 

Üniversitenin siyasi olarak çok hareketli olduğu bir dönemdi. Her sabah üniversiteye girerken üstümüz başımız aranırdı. Siyaset Bilimi bölümünde okuyordum; o bölümde okuyor olmak dahi başlı başına bir sorundu. Üniversite kimliğimde “siyaset” kelimesi yazıyor diye sorun olurdu. Jandarma sorardı, “ne bu” diye, ben de her defasında açıklama yapıp “o bölümde okuyorum” derdim. Bütün Siyaset Bilimi okuyanlar için söz konusuydu bu durum, çünkü siyasetin bizzat kendisi zanlıydı. 

Evet, “siyaset” yasaklı kelimeydi.

Siyasetin kendisi sakıncalı bir kavramdı. Hatta ders için okuduğumuz bazı kitaplar da sorun oluyordu. Onları okula götürmemeye dikkat ederdik. Arabaya ellerimizi dayayıp üstümüzü ararlardı. Üniversiteye giren panzerlerin gürültüsünden sınıfta ders anlatan hocayı duyamazdık. Böyle acayip bir dönemdi. Mezun olduktan sonra Yüksek Lisans için Chicago Üniversitesi’ne gittim. 

Bambaşka bir dünyaya gitmiş gibi oldun sanırım. 

Evet, üstelik herhangi bir Amerikan üniversitesi değil. Chicago Üniversitesi’nde diğer üniversitelerden farklı bir liberal ortam var. Öyle ki bu özelliğinden ötürü o dönemde Ekonomi alanında bir ekol olmuş. Orada akademik anlamda bambaşka bir literatürle tanıştım. Yüksek lisansımı yaptığım iki yıl boyunca çok şey öğrendim. Çok değerli hocalarım oldu. Chicago’da geçirdiğim iki sene hayatımda çok önemli oldu. Biraz ara verdikten sonra Boston’a taşındım ve doktorama Boston Üniversitesi’nde devam ettim. Oradan Bilkent’e geldim. Boston’da aşağı yukarı yedi yıl yaşadım. Chicago’da geçirdiğim iki yılı da eklersek 10 yıla yakın bir süre yani 80’li yıllar Amerika’da geçti. 

Chicago ve Boston üniversiteleri kariyerinde etkili olmuş sanırım. 

Boston’da birisi Ortadoğu diğeri ise Avrupa çalışmaları yapan iki hoca danışmanlarımdı. Ben hep bu iki alanın arasında gidip geldim. Doktora yaparken Avrupa’da göç konusunda çalıştım. Birinci danışmanım Ortadoğu çalışmaları yapan hocamdı. Ondan siyasetle akademiyi bağdaştırabilmeyi öğrendim. Adalet duygusu çok güçlü bir kadındı. Her zaman siyaseten aktif olmuştu, aynı zamanda da literatüre önemli katkıları olmuş çok değerli bir akademisyendi. İyi akademisyen olunca siyasete karışmazsın gibi bir görüş vardır. Ben bu görüşün geçerli olmadığını onda gördüm. Bu yüzden akademik kariyer yaparken bir yandan da her zaman gazetede yazdım. 2000 yılından beri yazıyorum, hatta bir dönem daha da yoğun bir şekilde neredeyse her hafta yazardım.

Evet, gayet düzenli yazıların çıkıyordu.

Radikal 2’de yazdım. Hatta 2006 yılında o gazete yazılarımın yer aldığı bir kitap bile çıkardım. Toplumsal duyarlılık ya da sorumluluk ile topluma değmeyi önemsedim ve bunu da o hocamdan (ismi Irene Gendzier) öğrendim. Elbette akademi ve siyaseti bir araya getiren en önemli kişi Edward Said’dir. Said benim tüm ufkumu çok etkilemiş bir isim. İkinci danışmanım olan ve Avrupa Çalışmaları yapan hocam Andrei Markovits’den de ders vermeyi öğrendim. Asistanlığını yaparken onunla birlikte tüm derslerine girerdim, sınav kâğıtlarını okurdum. Genç yaşımda derslerde onu dinleye dinleye, ona baka baka tarzından çok etkilenmiştim. Müthiş bir hocaydı, hayranlıkla izlerdim, çok iyi ders anlatırdı. Koskoca amfi de öğrencilerin dikkatini hiç kaybetmezdi. Profesyonelliği de ondan öğrendiğimi düşünüyorum. Boston’daki iki danışmanımdan da çok şey öğrendim. Bir de tabii Howard Zinn gibi efsane isimler hocam oldu. Howard Zinn dört yıl önce vefat ettiğinde onunla ilgili bir yazı yazmıştım.

Çalışmaları ile dünya çapında bilinen, son derece değerli kişiler hocan olmuş ve onlardan kariyerine ve hayata ilişkin epey kazanımın olmuş.

Evet, Howard Zinn de hayatımda çok etkili olmuş birisidir.  Onun da asistanlığını yapmıştım. Hatta bir dersine, İspanya iç savaşında savaşmış Abraham Lincoln Tugayı’nın hayatta kalan üyelerini bizimle sohbet etmek için getirmişti. Hayatımda bu kadar çılgın bir ders hatırlamıyorum. 1930’lı yıllar, 1937 yılında sanırım, Amerika’dan İspanya iç savaşına gitmiş kişilerdi bunlar. Hemingway de gidiyor hatta. Howard Zinn siyaseten çok aktif bir insandı. Üniversitede de dersler dışında siyasi konuşmalar yapardı. “A People's History of the United States” yani Amerika tarihini toplumdaki hareketlilikler açısından anlattığı çok önemli bir kitabı vardır. Amerika tarihi deyince konvansiyonel yaklaşımlar daha ziyade kurumları öne çıkarır. Mesela, parlamento, kongre nasıl gelişti, başkanlık sistemi nasıl gelişti vb. Oysa Zinn Amerika’daki toplumsal mücadelelerin tarihini yazdı.

Çok hoş bakış açısı bu.

Müthiş tabii, şimdi Amerika’da liselerde okutuluyor bu kitap. Çok önemli bir kitaptır, bana da imzalayarak hediye etmişti, benim için çok değerlidir. Hatta o hediye ettiğinde kitabın önemini anlamamıştım. Bana verirken öylesine “belki bir gün okursun” demişti. Teşekkür etmiştim ama sonradan anladım ki elimde bir hazine var, üstelik bir de kendisi imzalayıp vermişti bana. Neyse, işte Boston’da bunlar oldu.

Peki akademik çalışmaların 

Tutkuyla bağlı olduğum konulardan biri kadın konusudur. Danışmanlarımdan söz edince aklıma geldi. Bu kişiler hocam olmuş, o anlamda akıl hocam olmuş kişiler, ama tabii insanın hayatında bir de kahramanları var. Tarihte kadın kahramanların öne çıkarıldığı çalışmaları önemsedim hep. Mesela Türkiye’de yıllardır İpek Çalışlar bunu yapıyor. Halide kitabını yazdı, Latife’yi yazdı. Yaprak Zihnioğlu’nun Nezihe Muhiddin’le ilgili müthiş bir kitabı vardır ki ben dersimde kullanıyorum. Hep kadın kahramanları öne çıkarmayı, mümkün olduğunca derslerime de dahil etmeyi önemsedim. Kahramanlarım deyince mesela tarihte Lilith var. Bir inanışa göre Havva’dan önce olan bir kadın aslında Lilith.

Lilith’i bilmiyordum. 

Lilith söz dinlememiş, kendi bildiğini yapmış bir kadın. Havva eş durumunda yani Adem’in eşi. Lilith ise kendi başına buyruk bir kadın.

Peki, hangi öğretiye göre bu?

Bir Orta Çağ metni olan ve Musevi adetlerini etkileyen Ben Sıra alfabesinde var Lilith...Antik  Yunan’da ise Hipparchia isimli Kinik felsefeci bir kadın var ki bence çok önemli bir figür. Modern döneme gelirsek benim için Mary Wollstonecraft da çok önemli bir figür. Mary Wollstonecraft 1792’de Kadın Haklarının Savunusu’nu yayınlamış bir kadın. O dönemde liberal anarşist olarak bilinen William Godwin ile ilişkisi var ve ondan bir çocuğu oluyor. Ondan önce bir kızı daha olmuş. Evlilik dışı doğurduğu için toplum tarafından epeyce lanetlenmiş bir kadın. Godwin’den olan çocuğu ise Mary Shelley. Mary Shelley de Frankenstein kitabını yazıyor.

Evet, Frankenstein’ın yazarı.

Mary Wollstonecraft kızı Mary Shelley’i doğururken ölüyor, yani doğuruyor ondan sonra da hasta olup ölüyor. Mary Wollstonecraft içinde yaşadığı dönemin çok ilerisinde bir kadın ve belki de bu yüzden uyumsuzluk çekiyor, akıl sağlığı bozuluyor. Aynı şey Nezihe Muhiddin için de söz konusu. O da döneminin ilerisinde bir kadın; içinde bulunduğu dönemin kabul etmediği konuları ve değerleri dile getiren bir kadın. Yaprak Zihnioğlu’nun Nezihe Muhiddin ile ilgili kitabı çok hüzünlü biter, Nezihe Muhiddin Lape hastanesinde vefat eder. 

Wollstonecraft’in kızı Mary Shelley ise Frankenstein’ı yazıyor. Ben bir yazımda Frankenstein’i şöyle yorumlamıştım: Mary Shelley’nin annesi yok çünkü kendisini doğururken ölüyor. O da bence bu roman ile annelik üzerine düşünüyor. Bence Frankenstein annelik etmeye dair bir romandır. İnsanlar anneliği doğurmakla ilişkilendirirler. “Dokuz ay karnımda taşıdım” filan derler ya, bence hiç ilgisi yok. Ben de doğum yapmış bir anne olarak konuşuyorum, bence annelik asıl olarak doğurduktan sonra başlıyor. Ben Frankenstein’ı öyle okumuştum. Yani doktor o canavarı doğuruyor ama onu eğitmiyor, ona bir şey öğretmiyor ve o nedenle de yarattığı varlık bir canavara dönüşüyor. Yani doğurup bırakırsan olmuyor, senin emek vermen, yetiştirmen gerekiyor.

Önemli bir saptama.

Hakikaten annelik, babalık doğduktan sonraya ait, ondan sonraki emekle ilgili bir şey bence. Ben öyle görüyorum. Ben oğluma çok düşkünümdür. Bana nesin diye sorsan ilk cevabım “anneyim” olur.

Sonra eğitmen, sonra siyaset bilimci.

O ikisi birlikte geliyor herhalde…

Devam edecek…

Mezunumuz Melih Özsöz İKV Genel Sekreter Yardımcısı Oldu

Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi Toplumsal ve Siyasal Bilimler 2004 mezunumuz Melih Özsöz Mart 2014 tarihi itibariyle İktisadi Kalkınma Vakfı Genel Sekreter Yardımcılığına terfi etmiştir.


Melih Özsöz, Türkiye-AB ilişkileri konusunda 50 yıldır çalışan, ülkemizin Avrupa Birliği’ne entegrasyon sürecinin en eski ve köklü kurumlarından biri olan İKV’de Genel Sekreter Yardımcılığı’nın yanısıra, Ocak 2013 tarihinden bu yana sürdürmekte olduğu Araştırma Müdürlüğüne de devam edecektir.

Melih Özsöz aynı zamanda Ağustos 2008 tarihinden bu yana Türkiye’nin önde gelen sosyal girişimlerinden biri olan çöp(m)adam’ın kurucu ortaklarından biridir.

ADP - Konulu Oturum: Futbolun Siyasallığı

Bu konuşmanın amacı, kültür ve siyasetin birbirini dışlayan alanlar olması gerektiği kabulünü kırmak olacaktır.

Çoğu zaman, sanat ya da spor gibi sosyal alanlar “kültürel,” ekonomi ve parti politikası içeren alanlar ise “siyasi” olarak düşünülür. Oysa, içinde güç ilişkileri barındıran her alan siyasidir. “Kültür”ün içinden siyaseti çıkarmanın hedefi ise kültürel alanların siyasallığını yok sayma çabasıdır. Kültürü “temizlemeyi” arzu eden bu söylem, aslında kültürün her zaman içinde barındırdığı iktidar ilişkilerini de reddetmiş ve bu ilişkilerin mağdurlarını da yeniden mağdur etmiş olur.

Bu konuşmada, futbol üzerinden, bu kabuller tartışılacak. Tartışma, aşağıdaki sorular çerçevesinde olacak.

  • Futbolun siyasal olduğunun örnekleri nelerdir?
  • Futbolun siyasallığını reddetmek hangi çıkara hizmet eder, hangi çıkarın aleyhinedir?
  • Gezi Parkı Direnişi’nin bu konuya kuramsal ve pratik katkıları nasıl olmuştur? 

Futbol ve siyasallık ilişkisi, siyasetçilerin futbolu kullanarak ilerlemelerinden ya da halkın siyasi emellerini futbol aracıyla dile getirmesinden ibaret değildir. Bunların yanı sıra, futbol üzerinden açıkça görebildiğimiz sınıf, cinsiyet ya da ırk/etnisite ilişkileri de futbolun siyasallığına işaret eden önemli noktalardır. Bu anlamda, bu konuşma “futbolun siyasallığının” birden çok boyutunu ele almayı ve futbola siyasallığını iade etmeyi hedefler.  

This seminar will be held in Turkish.

'Uzak Komşu Yakın Anılar Türkiye-Polonya İlişkilerinin 600 Yılı' SSM'de

Sabancı Üniveritesi Sakıp Sabancı Müzesi, Türkiye ile Polonya arasındaki ilişkilerin 600. yılı kapsamında, 7 Mart – 15 Haziran 2014 tarihleri arasında “Uzak Komşu Yakın Anılar: Türkiye - Polonya İlişkilerinin 600 Yılı” isimli sergiye ev sahipliği yapıyor. 


Türkiye ve Polonya Cumhuriyetleri Cumhurbaşkanlarının himayesinde açılan, Dışişleri ve Kültür Bakanlıkları tarafından desteklenen sergide; Polonya’nın müze, arşiv, kütüphane, manastır ve kilise koleksiyonlarından eserler yer alıyor. Sergide, Türkiye’den Topkapı Sarayı Müzesi, Türk İslam Eserleri Müzesi ve Sadberk Hanım Müzesi ve Sakıp Sabancı Müzesi koleksiyonlarından seçilenlerle birlikte 348 eser sergileniyor.

Kültür ve sanat alanlarında pek çok yan etkinliği de kapsayan sergi, Sakıp Sabancı Müzesi ve değerli destekçileri ile Polonya Cumhuriyeti Kültür ve Milli Miras Bakanı'nın ortak mali ve kurumsal desteği ile gerçekleştiriliyor.

“Uzak Komşu Yakın Anılar: Türkiye - Polonya İlişkilerinin 600 Yılı” sergisi, 15. yüzyılın ilk yarısında başlayarak birbirini izleyen ticaret, barış ve savaşlar ile 17. yüzyılın sonunda sadece Osmanlı ve Polonya’da değil Avrupa tarihinde de dönüm noktası olan II. Viyana Kuşatması’na kadar geçen süreci içeriyor. Bu çerçevede, Osmanlı İmparatorluğu ve Polonya Krallığı’nda yaşanan tarihi gelişmeler; belgeler, haritalar, tablolar, önemli şahsiyetlerin kişisel eşyaları, aksesuvar ve basılı malzemelerle canlandırılıyor. Ticarete konu olan malzeme, sınır savaşları, Viyana Kuşatması’na giden aşamalar, kuşatmadan geriye kalan Osmanlı eserleri, çadır ve silahlar, ziyaretçilerle paylaşılıyor. 

Lehistan ve Osmanlı İmparatorluğu, Karlofça Barışı sonrası kazanan ve kaybeden taraf olarak benzer bir kaderi paylaşmışlardır. Gerileme dönemine giren Osmanlı, varlığını bazen diplomasi bazen de savaşla sürdürmeye çalışırken, Lehistan Krallığı, Viyana Zaferi’ni birlikte kazandığı güçlü komşuları Avusturya, Prusya ve Rusya’nın saldırılarına maruz kalmış, doğu ve batıdaki büyük toprak kayıpları sonunda bu ülkeler tarafından paylaşılarak 1795 tarihinde egemenliğini tümüyle kaybetmiştir.

Osmanlı Devleti, Polonya’nın komşuları  tarafından  işgalini hiçbir zaman tanımamıştır. Saray protokolünde Lehistan elçisinin yeri büyük bir titizlikle korunduğu gibi, Lehistan elçisinin “yolda olduğu için gelemediği” ifadesi kullanılmıştır. Bu dönemde artık geçmişin savaşları unutulacak, Polonya’nın bağımsızlığı için isyan eden çeşitli siyasi gruplar, aydın kişiler, yüksek rütbeli subay, diplomat ve askerlerden oluşan siyasi mülteciler en büyük yardımı sığındıkları Osmanlı Devleti’nden görecekler; hatta 1853-1856 yılları arasında geçen Kırım Savaşı’nda olduğu gibi “Sultan’ın Kazakları” adını alan siyasi mültecilerden oluşan Polonya taburu, Osmanlı askerleri ile yan yana Rusya’ya karşı çarpışacaklardır. Bunlardan bazılarının Osmanlı Devleti’ndeki reform hareketlerinde önemli roller üstlendiği bilinmektedir. Sergide bu süreç belgeler, tablo ve farklı eserler ile anlatılacaktır.

Sergiyle ilgili bilgi veren SSM Müdürü Dr. Nazan Ölçer, “Polonya ile Osmanlı ilişkilerinde 15. yüzyıldan itibaren süregelen ve 17. ve 18. yüzyıllarda doruk noktasına varan ticari ve kültürel ilişkiler, her iki ülkeye büyük sanatsal değerler katmış; özellikle Polonya’daki elit kesimin beğeni, giyim ve yaşam biçimini etkilemiştir. 600 yıllık bir “ilişki” sadece Polonya’dan ödünç alınan eserlerle yansıtılamayacağı için, oradan gelecek her objenin dönemsel Osmanlı “muhatabını” da bulmak zorunda idik. 

Polonya Krallığı ve Osmanlı Devleti arasında gerçekleşen resmi ve özel yazışmalar, gönderilen elçiler ve maiyetleri, iki taraftaki önemli şahsiyetler ve ailelerinin portreleri, gelişen olayların izdüşümü olan kişisel notlar, adeta bir tarih sürecini adım adım izlercesine sergi senaryosunda yerini bulabildi. Kilise ileri gelenlerinin kim bilir kaç merasimde kullandığı giysilere dönüşerek saklanan Türk kumaşlarının, hediye edilen veya savaş meydanlarından geriye kalan çadır ve silahların, cephede tutulan günlüklerin, bizlere üç boyuta bürünmüş bir mesaj vermesini arzu ettik. Her zaman ilke olarak önemsediğimiz bir tarihin sadece ders kitaplarının sayfalarına sıkıştırılan birkaç satır ile zafer ve yenilgilerden oluşmadığını, geri plandaki etkenler, dengeler ve zaaflarla yoğrulmuş insani kişilikler ile yansıtılması gerektiği prensibini, bu sergide de gerçekleştirmeye gayret ettik. Gözlemci bir bakışın zamanında düştüğü notların, bazen uzun tarih kayıtlarında da daha etkili olabileceğini ve nihayet savaş alanlarında dahi nasıl bir estetik boyutun yer alabileceğini, getirdiğimiz bu eserler, belge ve tablolar kanıtlamaktadır.” dedi.

Polonya Cumhuriyeti Kültür ve Ulusal Miras Bakanı Bogdan Zdrojewski ise sergi hakkında: “Tarihlerinde bu kadar kesintisiz ortaklıklar kuran ülke azdır. İki ülkenin diplomatik ilişkilerinin 600. yıldönümünü kutladığımız bu yıl, Polonya’yı tanıtmak için bize mükemmel bir olanak sağlıyor. Sene boyunca yüzden fazla kültürel etkinliğe ev sahipliği yapacak olan proje ile Türk izleyicisine Polonya kültürünün eşsiz örneklerini sunmayı planlıyoruz. Sakıp Sabancı Müzesi’nde gerçekleşen bu sergi, Polonya kültürel programının en önemli etkinliklerinden birini oluşturuyor. Sergi başlığı sembolik olarak, ilişkilerimizin karakterini mükemmel şekilde yansıtıyor; aslında mesafelere rağmen, her iki ülke, pek çok benzerliği ve eski hatırayı beraberinde taşıyor.” dedi.

Varşova Milli Müzesi Müdürü Agnieszka Morawińska sergiyle ilgili olarak şunları söyledi: “Sergimiz, Türkiye ve Polonya’nın zengin ortak tarihlerini gözler önüne seren çeşitli öğeleri bir araya getiriyor. Bu sergi ile sanatseverlere Polonya’nın kamusal varlıklarının ve kilise koleksiyonlarının güzel örneklerini sunmayı hedefledik. Sergimiz aynı zamanda iki ülkenin sanatsal paylaşımlarının da tarihini araştırıyor. Projenin bu denli güçlü olmasında, Polonya ve Türkiye’den uzmanlarının ortak emeklerinin büyük bir rolü var. Özen ve özveri ile yürütülen hazırlık çalışmaları sayesine yüzeysellikten ve tek taraflı sonuçlardan uzak kalan bir sergi hazırladığımızı belirtmek isterim.” 

Uzak Komşu Yakın Anılar Türkiye ile Polonya İlişkilerinin 600 Yılı başlıklı sergi kapsamında; 7 ve 8 Mart’ta, 14:00-18:00 saatleri arasında iki günlük konferans programı düzenlenecek. Türk ve Polonyalı akademisyenlerin katılacağı konferans programında; sergiye konu olan süreç, tarihin belirli aşamalarında sanat ve ticaretin farklı boyutları, 19. ve 20. yüzyıldaki Osmanlı ve Lehistan’ın siyasi ve sanatsal ilişkileri ele alınacak. Ayrıca, sergi boyunca Polonya yapımı film gösterimleri düzenlenerek, çağdaş Polonya sinemasının önde gelen yönetmenleri Krzysztof Zanussi ve Dorota Keszierzawska’nın da katılacağı söyleşiler gerçekleştirilecek. Polonya’dan gelen müzisyenlerin yer alacağı konserlerin yanı sıra, her sergide olduğu gibi çocuklara yönelik eğitim atölyeleri düzenlenecek. MüzedeChanga ise Rembrandt, Monet ve Anish Kapoor serrgileriyle başlattığı sergi temalı mönü uygulamasına devam ediyor olacak. Polonya’nın geleneksel mutfağından esinlenerek hazırlanan yemekler ziyaretçilere sunulacak. 

Türkiye ile Polonya arasındaki ilişkilerin 600. yıldönümü kapsamında gerçekleştirilen “Uzak Komşular Yakın Anılar” sergisinin ana sponsoru Turgut İlaçları A.Ş., destekçisi Gülermak A.Ş, konaklama sponsoru The Grand Tarabya, eğitim sponsoru ise West İstanbul Marina’dır.

Etkinlik, Türkiye ile Polonya arasındaki diplomatik ilişkilerin 600. yıl dönümü dolayısıyla 2014 yılında düzenlenen kutlamaların kültür programı çerçevesinde gerçekleşmektedir.

SGM keyifli bir programla bahara merhaba diyor

Sabancı Üniversitesi Gösteri Merkezi sezonun ikinci yarısında zengin bir programla perdelerini açıyor

Anadolu Yakası’nın en büyük sanat merkezi olan Sabancı Üniversitesi Gösteri Merkezi (SGM), Mart ayında çeşitli gösterilerle perdelerini açıyor. SGM’nin Mart ayındaki programında rock’tan klasik müziğe konserler, komediden, kara mizaha tiyatro oyunları var.

SGM Mart ayında; ünlü ve sevilen rock grubu Mor ve Ötesi,  İstanbul Devlet Tiyatroları tarafından sahnelenen “Lütfen Kızımla Evlenir misiniz?” oyununa, Aysa Prodüksiyon Tiyatrosu tarafından sahnelenen “Şenlikli Limonata” oyununa, Piano Trio Forte’nin klasik müzik konserine, Tiyatro Mie’nin “Parmak Çocuk” oyununa, Koray Candemir konserine ve İstanbul Halk Tiyatrosu tarafından sahnelenen  “İhtiyar Balıkçı ve Deniz” oyununa ev sahipliği yapacak.

MOR VE ÖTESİ Konseri

4 Mart Salı, 20:00

“LÜTFEN KIZIMLA EVLENİR MİSİNİZ” İstanbul Devlet Tiyatrosu

6 Mart Perşembe, 20:00

“ŞENLİKLİ LİMONATA” – Aysa Prodüksiyon Tiyatrosu

11 Mart Salı, 20:00

 “PIANO TRIO FORTE” – Konseri

13 Mart Perşembe, 20:00

“PARMAK ÇOCUK” –  Tiyatro Mie

16 Mart Cumartesi, 11:00

“KORAY CANDEMİR” Konseri

18 Mart Salı, 20:00

“İHTİYAR BALIKÇI VE DENİZ” – İstanbul Halk Tiyatrosu

25 Mart Salı, 20:00

Detaylı program için lütfen tıklayınız

Abone ol