Ana içeriğe atla

Sabancı Üniversitesi Maskot Yarışması

Üniversitemizde, kadın ve erkek tüm spor takımlarımızı temsil etmek, desteklemek üzere bir maskot çalışması yapılacak. Son Başvuru Tarihi: 18 Nisan Cuma

Bu çalışmanın tüm takımlarımızı ve tüm spor dallarını temsil edebilmesi için, ana fikrin ve uygulamanın üniversitenin ‘içinden’ çıkması, üniversitemizin vizyonu, temel değerleri, misyonu ile uyumlu olması; öğrencilerimiz ve sosyal paydaşlarımızın çoğunluğu tarafından benimsenmesi gerekmektedir. 

Detaylı bilgi almak ve başvurmak için: maskot.sabanciuniv.edu

Güzel gülen, zarif kadın Ayşe Kadıoğlu

Nesrin Balkan ile Çarşamba Sohbetleri

Ayşe Kadıoğlu: Ders vermeyi seviyorum, bana enerji veriyor. 1984’ten bu yana kaç senedir hala aynı heyecan ile ders veriyorum. Bunca senedir üniversite bünyesinde yaşayan biriyim, ama hala her yıl derslerin başladığı, öğrencilerin geldiği ilk gün, o heyecanı, kalp çarpıntısını hissederim. Üniversite benim gözümde öğrenciye ait bir yer.

Bu haftaki Çarşamba Sohbetlerinin konuğu Ayşe Kadıoğlu. 1998 yılından beri Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi olan Ayşe Kadıoğlu Eylül 2013’den beri de Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi’nin Dekanı. Ayşe Kadıoğlu bana göre Sabancı Üniversitesi ile özdeşleşmiş kişilerden biri, öyle ki, Sabancı Üniversitesi’ni düşündüğüm zaman zihnimde canlanan yüzlerden biri onun yüzü. 

Henüz 15 yaşında olan Üniversitemizin temeline harç koyan ellerden biri. Son derece mütevazı, zarif, feminen ve pırıl pırıl gülen güzel bir el. Ayşe’yi çalışma arkadaşlarına sordum, öğrencilerinin onunla ilgili yazdıklarına baktım. Herkesin onunla ilgili düşünceleri birbirine benziyor. Yakın çalışma arkadaşlarına göre o, sakin, ikna edici, iyi bir dinleyici ve çalışılması kolay bir insan. Ayşe Kadıoğlu ile öğrencilik yıllarından, hocaları, öğrencileri, eğitimciliği, annelik hallerine kadar geniş bir çerçevede konuştuk. Söyleşinin bu hafta yayınlanan birinci bölümünde bu konuları, haftaya yayınlanacak ikinci bölümde ise bambaşka bir konuyu okuyacaksınız.  

Öğrencilerin seni seviyor. Seninle ilgili hep olumlu görüşler okudum. İstersen oradan başlayalım. 

Peki, oradan başlayalım, öğrencilerle olan ilişkiden. Ders vermeye 1984’te başladım, henüz asistandım. Boston Üniversitesi’nde şimdi bizdeki SPS 101-102 gibi 400 kadar öğrencisi olan bir dersin asistanlarından biriydim. Gayet iyi hatırlıyorum, ilk discussion dersimi vermeye gittiğimde bir saatlik bir derse kendimi helak ederek yarım gün hazırlanmıştım. Ders vermek her zaman önemsediğim bir iş oldu. Yani araştırma yaparken onun yanı sıra yaptığım bir iş değil. Ders vermeyi seviyorum, bana enerji veriyor. 1984’ten bu yana kaç senedir hala aynı heyecan ile ders veriyorum. Bunca senedir üniversite bünyesinde yaşayan biriyim, ama hala her yıl derslerin başladığı, öğrencilerin geldiği ilk gün, o heyecanı, kalp çarpıntısını hissederim. Üniversite benim gözümde öğrenciye ait bir yer.

Tam 30 yıldır ders veriyorsun. Aslında hiç göstermiyorsun.

Evet, 30 yıllık hocayım ama hala derse girmeden önce 3-5 dakika bile olsa, ne yapacağımı düşünürüm. Sınıfta ne yapacağımı, nasıl bir konu anlatacağımı elbette önceden bilirim ama yine de sınıfa girmeden önce notlarıma bakarım. Gerçi artık tüm malzeme sanal ortamda, artık pek not taşımıyorum derse girerken. Zor bir konuyu basit olarak anlatabilmeyi kendime iş edinmiş biriyim. Ders anlatırken her zaman buna dikkat ederim. Bu konu çok zor ve karmaşık ve ancak böyle karmaşık anlatılabilir diyerek teslim olmam; onu basitleştirerek anlatabilmenin bir yolunu mutlaka bulurum.

Kalabalık öğrenci gruplarına ders vermeyi seviyorsun. 

Evet, o dinamiği seviyorum. Bir de ders anlatırken sıkılmamam lazım, benim kendimin sıkıldığım dersten öğrenciye bir hayır gelmez. Anlattığım dersten hoca olarak önce benim heyecan duymam lazım. Kendimi heyecanlandıracak bir şekilde anlatmaya çalışıyorum dersi. Öğrencilerin gözlerinin içine bakarak iletişim kurmaya çalışırım; beraber güleriz, hatta derste gülme krizim bile tutabilir. 

Evet, bir öğrencin de Ekşi Sözlük’te bu özelliğini yazmış.

 

Beraber gözümüzden yaş gelerek güldüğümüz olur öğrencilerle birlikte. İşte ders vermenin böyle bir dinamiği var. O kadar ders vermeye meraklıyım ki, doktora öğrencisi olduğum üniversitenin yakınlarındaki bir cezaevinde bir programı vardı ve orada ders anlatmıştım. Benim doktora öğrencisi arkadaşlarımdan birisi bu cezaevinde ders veriyordu; ben de onun dersine konuk hoca olarak girmiştim. Çok enteresan bir deneyimdi. İçeri girerken saç tokamı filan almışlardı. Orada birdenbire olayın ciddiyetini anlamıştım. İçeriye girince bir baktım koca avluda 400 kadar erkek mahkûm volta atıyorlar. Acaba doğru bir iş mi yaptım diye endişeye kapıldım.  Yüzümdeki endişeyi gören arkadaşım; “hiç merak etme, burada sana bir kişi kötü bir laf etse on kişi onu engeller çünkü bu programa çok önem veriyorlar, eğer bir sorun olursa program iptal edilir ve bunu da kimse istemez” dedi. Gerçekten hiçbir sorun çıkmadı. Sınıfa girdik, herkes okumaları yapmış. Ben böyle bir sınıf görmemiştim hayatımda. Ekonomi politik dersiydi ve Karl Marx anlatmıştım. Doktora döneminde, Siyasal Düşünce alanında, Marx’ın erken dönemi benim yan uzmanlık alanlarımdan biriydi.  Bir cezaevinde Marx anlattım yani! 

Amerika’da bir cezaevinde üstelik. 

Evet, Amerika’da bir cezaevinde Karl Marx… 

Ekşi Sözlük’te bir öğrenci seninle ilgili, “yoklama yapmadığı için dersine en düzenli ve en çok devam ettiğim hoca” diye yazmış. 

Evet, öğrencilere baştan söylüyorum, “sınıfa gelmek sizin için iyi olur, çünkü ben zor olanı kolaylaştırarak anlatırım” diyorum. “Kendi başınıza kitabı okuyarak, arkadaşınızdan not alarak yapması zor olur, bakın ben hayatınızı kolaylaştırıyorum” diyorum.

İlk kez mi dekanlık yapıyorsun?

Evet, ilk defa. 

Dekanlık ile ilgili düşüncelerin nedir? 

Aslında ben her işte olduğu gibi Dekanlıkta da bir heyecan duymasam yapamam. Var olan tek düze bir yapıyı yönetmek değil sadece, yeni bir şeyler yapmanın mümkün olabileceğinin heyecanıyla bu işe giriştim. Bunlar yeni programlar olabilir,  var olan ders programlarında birtakım iyileştirmeler, geliştirmeler olabilir. İlk üç ay kendi kendime birtakım sözler verdim, “bir dönem boyunca, akademik bir makaleyle ilgilenemedim, bir yazıyı yazamadım” diyerek kendimi kötü hissetmeyeceğim, zamanımı öncelikle bu işi anlamaya ayıracağım diye. Akademik çalışmadan  en azından bir dönem geri kalabilirim diye kendime izin verdim. Her gün ofise gelerek olağan işleyişi anlamaya çalıştım. Bir de kendime en azından bir yıl şikâyet etmeme sözü verdim.

Bir yıl şikayet etmeme kararı insanı huzurlu hissettirir. 

Şikâyet etmeyeyim, önce bir anlayayım diye düşünüyorum. İlk baştan pozitif yaklaşmaya çalışıyorum. Elbette negatif günler de olacaktır. Negatif enerjiye kendimi çabuk teslim etmeme kararıyla bu işe giriştim.  

Seni onbeş yıldır tanıyorum. Her zaman güler yüzlü, sakin ve pozitif insan olduğunu düşünüyorum. Yalnızca yıllar önce bir kez çok gergin olduğunu gördüm. Uluslararası bir organizasyon sırasındaydı ve sanırım bazı aksilikler vardı. Kendi kendine söyleniyordun ama kullandığın dil ingilizceydi, öyle ki dönüp benimle de İngilizce konuştun. 

Yapmışımdır. Her insan gibi benim de tatsızlıklar yaşadığım oluyor.  Mesela geçtiğimiz iki ay içinde peş peşe iki arkadaşımı kaybettim. Sevdiklerini kaybetmek insanı darmadağın ediyor. İkisi de epeydir hastaydılar ama yine de çok sarsılıyorsun. Güler yüzlülük ile ilgili olarak şunu söyleyebilirim: benim annemden geldiğini sandığım bir pozitif enerjim var.  Annem şimdi 84 yaşında ve ben hala ondan pozitif enerji alırım; telefon konuşmalarımızda her zaman pozitif şeyler söyler. Enerjim azaldığı zamanlarda Ankara’ya onları görmeye gidiyorum. Artık benim onlara pozitif enerji vermem lazım ama hala ben anne ve babamdan pozitif enerji alıyorum. Annem bu yaşında sırf ağabeyimle, benimle ve torunlarıyla iletişimde kalabilmek için internet öğrendi, Skype’dan beni arıyor. 

Annen saygı duyulacak, güzel bir örnek. Ne mutlu sana. 

Müthiş bir kadındır annem, evet… Tıp doktorudur. Ben pozitif enerjimin annemden geldiğini düşünüyorum. 

1998’den beri Sabancı’dasın,  16  yıl olmuş. 

Evet en başından beri buradayım. Sabancı Üniversitesi, gözümün önünde büyümüş bir üniversite, onun için de bağlılığım olan bir kurum. Daha önce, yani Amerika’dan döndükten sonra, Bilkent Üniversitesi’nde yedi yıl çalıştım. Ben ODTÜ’lüyüm aslında. Lisans derecemi oradan aldım. 1982’de ODTÜ’den mezun oldum. Yani 1978-1982 arası orada öğrenci oldum. Arada 1980’de askeri darbe oldu. 

Üniversite öğrenciliğinin ortasından bir darbe geçmiş. 

Üniversitenin siyasi olarak çok hareketli olduğu bir dönemdi. Her sabah üniversiteye girerken üstümüz başımız aranırdı. Siyaset Bilimi bölümünde okuyordum; o bölümde okuyor olmak dahi başlı başına bir sorundu. Üniversite kimliğimde “siyaset” kelimesi yazıyor diye sorun olurdu. Jandarma sorardı, “ne bu” diye, ben de her defasında açıklama yapıp “o bölümde okuyorum” derdim. Bütün Siyaset Bilimi okuyanlar için söz konusuydu bu durum, çünkü siyasetin bizzat kendisi zanlıydı. 

Evet, “siyaset” yasaklı kelimeydi.

Siyasetin kendisi sakıncalı bir kavramdı. Hatta ders için okuduğumuz bazı kitaplar da sorun oluyordu. Onları okula götürmemeye dikkat ederdik. Arabaya ellerimizi dayayıp üstümüzü ararlardı. Üniversiteye giren panzerlerin gürültüsünden sınıfta ders anlatan hocayı duyamazdık. Böyle acayip bir dönemdi. Mezun olduktan sonra Yüksek Lisans için Chicago Üniversitesi’ne gittim. 

Bambaşka bir dünyaya gitmiş gibi oldun sanırım. 

Evet, üstelik herhangi bir Amerikan üniversitesi değil. Chicago Üniversitesi’nde diğer üniversitelerden farklı bir liberal ortam var. Öyle ki bu özelliğinden ötürü o dönemde Ekonomi alanında bir ekol olmuş. Orada akademik anlamda bambaşka bir literatürle tanıştım. Yüksek lisansımı yaptığım iki yıl boyunca çok şey öğrendim. Çok değerli hocalarım oldu. Chicago’da geçirdiğim iki sene hayatımda çok önemli oldu. Biraz ara verdikten sonra Boston’a taşındım ve doktorama Boston Üniversitesi’nde devam ettim. Oradan Bilkent’e geldim. Boston’da aşağı yukarı yedi yıl yaşadım. Chicago’da geçirdiğim iki yılı da eklersek 10 yıla yakın bir süre yani 80’li yıllar Amerika’da geçti. 

Chicago ve Boston üniversiteleri kariyerinde etkili olmuş sanırım. 

Boston’da birisi Ortadoğu diğeri ise Avrupa çalışmaları yapan iki hoca danışmanlarımdı. Ben hep bu iki alanın arasında gidip geldim. Doktora yaparken Avrupa’da göç konusunda çalıştım. Birinci danışmanım Ortadoğu çalışmaları yapan hocamdı. Ondan siyasetle akademiyi bağdaştırabilmeyi öğrendim. Adalet duygusu çok güçlü bir kadındı. Her zaman siyaseten aktif olmuştu, aynı zamanda da literatüre önemli katkıları olmuş çok değerli bir akademisyendi. İyi akademisyen olunca siyasete karışmazsın gibi bir görüş vardır. Ben bu görüşün geçerli olmadığını onda gördüm. Bu yüzden akademik kariyer yaparken bir yandan da her zaman gazetede yazdım. 2000 yılından beri yazıyorum, hatta bir dönem daha da yoğun bir şekilde neredeyse her hafta yazardım.

Evet, gayet düzenli yazıların çıkıyordu.

Radikal 2’de yazdım. Hatta 2006 yılında o gazete yazılarımın yer aldığı bir kitap bile çıkardım. Toplumsal duyarlılık ya da sorumluluk ile topluma değmeyi önemsedim ve bunu da o hocamdan (ismi Irene Gendzier) öğrendim. Elbette akademi ve siyaseti bir araya getiren en önemli kişi Edward Said’dir. Said benim tüm ufkumu çok etkilemiş bir isim. İkinci danışmanım olan ve Avrupa Çalışmaları yapan hocam Andrei Markovits’den de ders vermeyi öğrendim. Asistanlığını yaparken onunla birlikte tüm derslerine girerdim, sınav kâğıtlarını okurdum. Genç yaşımda derslerde onu dinleye dinleye, ona baka baka tarzından çok etkilenmiştim. Müthiş bir hocaydı, hayranlıkla izlerdim, çok iyi ders anlatırdı. Koskoca amfi de öğrencilerin dikkatini hiç kaybetmezdi. Profesyonelliği de ondan öğrendiğimi düşünüyorum. Boston’daki iki danışmanımdan da çok şey öğrendim. Bir de tabii Howard Zinn gibi efsane isimler hocam oldu. Howard Zinn dört yıl önce vefat ettiğinde onunla ilgili bir yazı yazmıştım.

Çalışmaları ile dünya çapında bilinen, son derece değerli kişiler hocan olmuş ve onlardan kariyerine ve hayata ilişkin epey kazanımın olmuş.

Evet, Howard Zinn de hayatımda çok etkili olmuş birisidir.  Onun da asistanlığını yapmıştım. Hatta bir dersine, İspanya iç savaşında savaşmış Abraham Lincoln Tugayı’nın hayatta kalan üyelerini bizimle sohbet etmek için getirmişti. Hayatımda bu kadar çılgın bir ders hatırlamıyorum. 1930’lı yıllar, 1937 yılında sanırım, Amerika’dan İspanya iç savaşına gitmiş kişilerdi bunlar. Hemingway de gidiyor hatta. Howard Zinn siyaseten çok aktif bir insandı. Üniversitede de dersler dışında siyasi konuşmalar yapardı. “A People's History of the United States” yani Amerika tarihini toplumdaki hareketlilikler açısından anlattığı çok önemli bir kitabı vardır. Amerika tarihi deyince konvansiyonel yaklaşımlar daha ziyade kurumları öne çıkarır. Mesela, parlamento, kongre nasıl gelişti, başkanlık sistemi nasıl gelişti vb. Oysa Zinn Amerika’daki toplumsal mücadelelerin tarihini yazdı.

Çok hoş bakış açısı bu.

Müthiş tabii, şimdi Amerika’da liselerde okutuluyor bu kitap. Çok önemli bir kitaptır, bana da imzalayarak hediye etmişti, benim için çok değerlidir. Hatta o hediye ettiğinde kitabın önemini anlamamıştım. Bana verirken öylesine “belki bir gün okursun” demişti. Teşekkür etmiştim ama sonradan anladım ki elimde bir hazine var, üstelik bir de kendisi imzalayıp vermişti bana. Neyse, işte Boston’da bunlar oldu.

Peki akademik çalışmaların 

Tutkuyla bağlı olduğum konulardan biri kadın konusudur. Danışmanlarımdan söz edince aklıma geldi. Bu kişiler hocam olmuş, o anlamda akıl hocam olmuş kişiler, ama tabii insanın hayatında bir de kahramanları var. Tarihte kadın kahramanların öne çıkarıldığı çalışmaları önemsedim hep. Mesela Türkiye’de yıllardır İpek Çalışlar bunu yapıyor. Halide kitabını yazdı, Latife’yi yazdı. Yaprak Zihnioğlu’nun Nezihe Muhiddin’le ilgili müthiş bir kitabı vardır ki ben dersimde kullanıyorum. Hep kadın kahramanları öne çıkarmayı, mümkün olduğunca derslerime de dahil etmeyi önemsedim. Kahramanlarım deyince mesela tarihte Lilith var. Bir inanışa göre Havva’dan önce olan bir kadın aslında Lilith.

Lilith’i bilmiyordum. 

Lilith söz dinlememiş, kendi bildiğini yapmış bir kadın. Havva eş durumunda yani Adem’in eşi. Lilith ise kendi başına buyruk bir kadın.

Peki, hangi öğretiye göre bu?

Bir Orta Çağ metni olan ve Musevi adetlerini etkileyen Ben Sıra alfabesinde var Lilith...Antik  Yunan’da ise Hipparchia isimli Kinik felsefeci bir kadın var ki bence çok önemli bir figür. Modern döneme gelirsek benim için Mary Wollstonecraft da çok önemli bir figür. Mary Wollstonecraft 1792’de Kadın Haklarının Savunusu’nu yayınlamış bir kadın. O dönemde liberal anarşist olarak bilinen William Godwin ile ilişkisi var ve ondan bir çocuğu oluyor. Ondan önce bir kızı daha olmuş. Evlilik dışı doğurduğu için toplum tarafından epeyce lanetlenmiş bir kadın. Godwin’den olan çocuğu ise Mary Shelley. Mary Shelley de Frankenstein kitabını yazıyor.

Evet, Frankenstein’ın yazarı.

Mary Wollstonecraft kızı Mary Shelley’i doğururken ölüyor, yani doğuruyor ondan sonra da hasta olup ölüyor. Mary Wollstonecraft içinde yaşadığı dönemin çok ilerisinde bir kadın ve belki de bu yüzden uyumsuzluk çekiyor, akıl sağlığı bozuluyor. Aynı şey Nezihe Muhiddin için de söz konusu. O da döneminin ilerisinde bir kadın; içinde bulunduğu dönemin kabul etmediği konuları ve değerleri dile getiren bir kadın. Yaprak Zihnioğlu’nun Nezihe Muhiddin ile ilgili kitabı çok hüzünlü biter, Nezihe Muhiddin Lape hastanesinde vefat eder. 

Wollstonecraft’in kızı Mary Shelley ise Frankenstein’ı yazıyor. Ben bir yazımda Frankenstein’i şöyle yorumlamıştım: Mary Shelley’nin annesi yok çünkü kendisini doğururken ölüyor. O da bence bu roman ile annelik üzerine düşünüyor. Bence Frankenstein annelik etmeye dair bir romandır. İnsanlar anneliği doğurmakla ilişkilendirirler. “Dokuz ay karnımda taşıdım” filan derler ya, bence hiç ilgisi yok. Ben de doğum yapmış bir anne olarak konuşuyorum, bence annelik asıl olarak doğurduktan sonra başlıyor. Ben Frankenstein’ı öyle okumuştum. Yani doktor o canavarı doğuruyor ama onu eğitmiyor, ona bir şey öğretmiyor ve o nedenle de yarattığı varlık bir canavara dönüşüyor. Yani doğurup bırakırsan olmuyor, senin emek vermen, yetiştirmen gerekiyor.

Önemli bir saptama.

Hakikaten annelik, babalık doğduktan sonraya ait, ondan sonraki emekle ilgili bir şey bence. Ben öyle görüyorum. Ben oğluma çok düşkünümdür. Bana nesin diye sorsan ilk cevabım “anneyim” olur.

Sonra eğitmen, sonra siyaset bilimci.

O ikisi birlikte geliyor herhalde…

Devam edecek…

Mezunumuz Melih Özsöz İKV Genel Sekreter Yardımcısı Oldu

Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi Toplumsal ve Siyasal Bilimler 2004 mezunumuz Melih Özsöz Mart 2014 tarihi itibariyle İktisadi Kalkınma Vakfı Genel Sekreter Yardımcılığına terfi etmiştir.


Melih Özsöz, Türkiye-AB ilişkileri konusunda 50 yıldır çalışan, ülkemizin Avrupa Birliği’ne entegrasyon sürecinin en eski ve köklü kurumlarından biri olan İKV’de Genel Sekreter Yardımcılığı’nın yanısıra, Ocak 2013 tarihinden bu yana sürdürmekte olduğu Araştırma Müdürlüğüne de devam edecektir.

Melih Özsöz aynı zamanda Ağustos 2008 tarihinden bu yana Türkiye’nin önde gelen sosyal girişimlerinden biri olan çöp(m)adam’ın kurucu ortaklarından biridir.

ADP - Konulu Oturum: Futbolun Siyasallığı

Bu konuşmanın amacı, kültür ve siyasetin birbirini dışlayan alanlar olması gerektiği kabulünü kırmak olacaktır.

Çoğu zaman, sanat ya da spor gibi sosyal alanlar “kültürel,” ekonomi ve parti politikası içeren alanlar ise “siyasi” olarak düşünülür. Oysa, içinde güç ilişkileri barındıran her alan siyasidir. “Kültür”ün içinden siyaseti çıkarmanın hedefi ise kültürel alanların siyasallığını yok sayma çabasıdır. Kültürü “temizlemeyi” arzu eden bu söylem, aslında kültürün her zaman içinde barındırdığı iktidar ilişkilerini de reddetmiş ve bu ilişkilerin mağdurlarını da yeniden mağdur etmiş olur.

Bu konuşmada, futbol üzerinden, bu kabuller tartışılacak. Tartışma, aşağıdaki sorular çerçevesinde olacak.

  • Futbolun siyasal olduğunun örnekleri nelerdir?
  • Futbolun siyasallığını reddetmek hangi çıkara hizmet eder, hangi çıkarın aleyhinedir?
  • Gezi Parkı Direnişi’nin bu konuya kuramsal ve pratik katkıları nasıl olmuştur? 

Futbol ve siyasallık ilişkisi, siyasetçilerin futbolu kullanarak ilerlemelerinden ya da halkın siyasi emellerini futbol aracıyla dile getirmesinden ibaret değildir. Bunların yanı sıra, futbol üzerinden açıkça görebildiğimiz sınıf, cinsiyet ya da ırk/etnisite ilişkileri de futbolun siyasallığına işaret eden önemli noktalardır. Bu anlamda, bu konuşma “futbolun siyasallığının” birden çok boyutunu ele almayı ve futbola siyasallığını iade etmeyi hedefler.  

This seminar will be held in Turkish.

'Uzak Komşu Yakın Anılar Türkiye-Polonya İlişkilerinin 600 Yılı' SSM'de

Sabancı Üniveritesi Sakıp Sabancı Müzesi, Türkiye ile Polonya arasındaki ilişkilerin 600. yılı kapsamında, 7 Mart – 15 Haziran 2014 tarihleri arasında “Uzak Komşu Yakın Anılar: Türkiye - Polonya İlişkilerinin 600 Yılı” isimli sergiye ev sahipliği yapıyor. 


Türkiye ve Polonya Cumhuriyetleri Cumhurbaşkanlarının himayesinde açılan, Dışişleri ve Kültür Bakanlıkları tarafından desteklenen sergide; Polonya’nın müze, arşiv, kütüphane, manastır ve kilise koleksiyonlarından eserler yer alıyor. Sergide, Türkiye’den Topkapı Sarayı Müzesi, Türk İslam Eserleri Müzesi ve Sadberk Hanım Müzesi ve Sakıp Sabancı Müzesi koleksiyonlarından seçilenlerle birlikte 348 eser sergileniyor.

Kültür ve sanat alanlarında pek çok yan etkinliği de kapsayan sergi, Sakıp Sabancı Müzesi ve değerli destekçileri ile Polonya Cumhuriyeti Kültür ve Milli Miras Bakanı'nın ortak mali ve kurumsal desteği ile gerçekleştiriliyor.

“Uzak Komşu Yakın Anılar: Türkiye - Polonya İlişkilerinin 600 Yılı” sergisi, 15. yüzyılın ilk yarısında başlayarak birbirini izleyen ticaret, barış ve savaşlar ile 17. yüzyılın sonunda sadece Osmanlı ve Polonya’da değil Avrupa tarihinde de dönüm noktası olan II. Viyana Kuşatması’na kadar geçen süreci içeriyor. Bu çerçevede, Osmanlı İmparatorluğu ve Polonya Krallığı’nda yaşanan tarihi gelişmeler; belgeler, haritalar, tablolar, önemli şahsiyetlerin kişisel eşyaları, aksesuvar ve basılı malzemelerle canlandırılıyor. Ticarete konu olan malzeme, sınır savaşları, Viyana Kuşatması’na giden aşamalar, kuşatmadan geriye kalan Osmanlı eserleri, çadır ve silahlar, ziyaretçilerle paylaşılıyor. 

Lehistan ve Osmanlı İmparatorluğu, Karlofça Barışı sonrası kazanan ve kaybeden taraf olarak benzer bir kaderi paylaşmışlardır. Gerileme dönemine giren Osmanlı, varlığını bazen diplomasi bazen de savaşla sürdürmeye çalışırken, Lehistan Krallığı, Viyana Zaferi’ni birlikte kazandığı güçlü komşuları Avusturya, Prusya ve Rusya’nın saldırılarına maruz kalmış, doğu ve batıdaki büyük toprak kayıpları sonunda bu ülkeler tarafından paylaşılarak 1795 tarihinde egemenliğini tümüyle kaybetmiştir.

Osmanlı Devleti, Polonya’nın komşuları  tarafından  işgalini hiçbir zaman tanımamıştır. Saray protokolünde Lehistan elçisinin yeri büyük bir titizlikle korunduğu gibi, Lehistan elçisinin “yolda olduğu için gelemediği” ifadesi kullanılmıştır. Bu dönemde artık geçmişin savaşları unutulacak, Polonya’nın bağımsızlığı için isyan eden çeşitli siyasi gruplar, aydın kişiler, yüksek rütbeli subay, diplomat ve askerlerden oluşan siyasi mülteciler en büyük yardımı sığındıkları Osmanlı Devleti’nden görecekler; hatta 1853-1856 yılları arasında geçen Kırım Savaşı’nda olduğu gibi “Sultan’ın Kazakları” adını alan siyasi mültecilerden oluşan Polonya taburu, Osmanlı askerleri ile yan yana Rusya’ya karşı çarpışacaklardır. Bunlardan bazılarının Osmanlı Devleti’ndeki reform hareketlerinde önemli roller üstlendiği bilinmektedir. Sergide bu süreç belgeler, tablo ve farklı eserler ile anlatılacaktır.

Sergiyle ilgili bilgi veren SSM Müdürü Dr. Nazan Ölçer, “Polonya ile Osmanlı ilişkilerinde 15. yüzyıldan itibaren süregelen ve 17. ve 18. yüzyıllarda doruk noktasına varan ticari ve kültürel ilişkiler, her iki ülkeye büyük sanatsal değerler katmış; özellikle Polonya’daki elit kesimin beğeni, giyim ve yaşam biçimini etkilemiştir. 600 yıllık bir “ilişki” sadece Polonya’dan ödünç alınan eserlerle yansıtılamayacağı için, oradan gelecek her objenin dönemsel Osmanlı “muhatabını” da bulmak zorunda idik. 

Polonya Krallığı ve Osmanlı Devleti arasında gerçekleşen resmi ve özel yazışmalar, gönderilen elçiler ve maiyetleri, iki taraftaki önemli şahsiyetler ve ailelerinin portreleri, gelişen olayların izdüşümü olan kişisel notlar, adeta bir tarih sürecini adım adım izlercesine sergi senaryosunda yerini bulabildi. Kilise ileri gelenlerinin kim bilir kaç merasimde kullandığı giysilere dönüşerek saklanan Türk kumaşlarının, hediye edilen veya savaş meydanlarından geriye kalan çadır ve silahların, cephede tutulan günlüklerin, bizlere üç boyuta bürünmüş bir mesaj vermesini arzu ettik. Her zaman ilke olarak önemsediğimiz bir tarihin sadece ders kitaplarının sayfalarına sıkıştırılan birkaç satır ile zafer ve yenilgilerden oluşmadığını, geri plandaki etkenler, dengeler ve zaaflarla yoğrulmuş insani kişilikler ile yansıtılması gerektiği prensibini, bu sergide de gerçekleştirmeye gayret ettik. Gözlemci bir bakışın zamanında düştüğü notların, bazen uzun tarih kayıtlarında da daha etkili olabileceğini ve nihayet savaş alanlarında dahi nasıl bir estetik boyutun yer alabileceğini, getirdiğimiz bu eserler, belge ve tablolar kanıtlamaktadır.” dedi.

Polonya Cumhuriyeti Kültür ve Ulusal Miras Bakanı Bogdan Zdrojewski ise sergi hakkında: “Tarihlerinde bu kadar kesintisiz ortaklıklar kuran ülke azdır. İki ülkenin diplomatik ilişkilerinin 600. yıldönümünü kutladığımız bu yıl, Polonya’yı tanıtmak için bize mükemmel bir olanak sağlıyor. Sene boyunca yüzden fazla kültürel etkinliğe ev sahipliği yapacak olan proje ile Türk izleyicisine Polonya kültürünün eşsiz örneklerini sunmayı planlıyoruz. Sakıp Sabancı Müzesi’nde gerçekleşen bu sergi, Polonya kültürel programının en önemli etkinliklerinden birini oluşturuyor. Sergi başlığı sembolik olarak, ilişkilerimizin karakterini mükemmel şekilde yansıtıyor; aslında mesafelere rağmen, her iki ülke, pek çok benzerliği ve eski hatırayı beraberinde taşıyor.” dedi.

Varşova Milli Müzesi Müdürü Agnieszka Morawińska sergiyle ilgili olarak şunları söyledi: “Sergimiz, Türkiye ve Polonya’nın zengin ortak tarihlerini gözler önüne seren çeşitli öğeleri bir araya getiriyor. Bu sergi ile sanatseverlere Polonya’nın kamusal varlıklarının ve kilise koleksiyonlarının güzel örneklerini sunmayı hedefledik. Sergimiz aynı zamanda iki ülkenin sanatsal paylaşımlarının da tarihini araştırıyor. Projenin bu denli güçlü olmasında, Polonya ve Türkiye’den uzmanlarının ortak emeklerinin büyük bir rolü var. Özen ve özveri ile yürütülen hazırlık çalışmaları sayesine yüzeysellikten ve tek taraflı sonuçlardan uzak kalan bir sergi hazırladığımızı belirtmek isterim.” 

Uzak Komşu Yakın Anılar Türkiye ile Polonya İlişkilerinin 600 Yılı başlıklı sergi kapsamında; 7 ve 8 Mart’ta, 14:00-18:00 saatleri arasında iki günlük konferans programı düzenlenecek. Türk ve Polonyalı akademisyenlerin katılacağı konferans programında; sergiye konu olan süreç, tarihin belirli aşamalarında sanat ve ticaretin farklı boyutları, 19. ve 20. yüzyıldaki Osmanlı ve Lehistan’ın siyasi ve sanatsal ilişkileri ele alınacak. Ayrıca, sergi boyunca Polonya yapımı film gösterimleri düzenlenerek, çağdaş Polonya sinemasının önde gelen yönetmenleri Krzysztof Zanussi ve Dorota Keszierzawska’nın da katılacağı söyleşiler gerçekleştirilecek. Polonya’dan gelen müzisyenlerin yer alacağı konserlerin yanı sıra, her sergide olduğu gibi çocuklara yönelik eğitim atölyeleri düzenlenecek. MüzedeChanga ise Rembrandt, Monet ve Anish Kapoor serrgileriyle başlattığı sergi temalı mönü uygulamasına devam ediyor olacak. Polonya’nın geleneksel mutfağından esinlenerek hazırlanan yemekler ziyaretçilere sunulacak. 

Türkiye ile Polonya arasındaki ilişkilerin 600. yıldönümü kapsamında gerçekleştirilen “Uzak Komşular Yakın Anılar” sergisinin ana sponsoru Turgut İlaçları A.Ş., destekçisi Gülermak A.Ş, konaklama sponsoru The Grand Tarabya, eğitim sponsoru ise West İstanbul Marina’dır.

Etkinlik, Türkiye ile Polonya arasındaki diplomatik ilişkilerin 600. yıl dönümü dolayısıyla 2014 yılında düzenlenen kutlamaların kültür programı çerçevesinde gerçekleşmektedir.

SGM keyifli bir programla bahara merhaba diyor

Sabancı Üniversitesi Gösteri Merkezi sezonun ikinci yarısında zengin bir programla perdelerini açıyor

Anadolu Yakası’nın en büyük sanat merkezi olan Sabancı Üniversitesi Gösteri Merkezi (SGM), Mart ayında çeşitli gösterilerle perdelerini açıyor. SGM’nin Mart ayındaki programında rock’tan klasik müziğe konserler, komediden, kara mizaha tiyatro oyunları var.

SGM Mart ayında; ünlü ve sevilen rock grubu Mor ve Ötesi,  İstanbul Devlet Tiyatroları tarafından sahnelenen “Lütfen Kızımla Evlenir misiniz?” oyununa, Aysa Prodüksiyon Tiyatrosu tarafından sahnelenen “Şenlikli Limonata” oyununa, Piano Trio Forte’nin klasik müzik konserine, Tiyatro Mie’nin “Parmak Çocuk” oyununa, Koray Candemir konserine ve İstanbul Halk Tiyatrosu tarafından sahnelenen  “İhtiyar Balıkçı ve Deniz” oyununa ev sahipliği yapacak.

MOR VE ÖTESİ Konseri

4 Mart Salı, 20:00

“LÜTFEN KIZIMLA EVLENİR MİSİNİZ” İstanbul Devlet Tiyatrosu

6 Mart Perşembe, 20:00

“ŞENLİKLİ LİMONATA” – Aysa Prodüksiyon Tiyatrosu

11 Mart Salı, 20:00

 “PIANO TRIO FORTE” – Konseri

13 Mart Perşembe, 20:00

“PARMAK ÇOCUK” –  Tiyatro Mie

16 Mart Cumartesi, 11:00

“KORAY CANDEMİR” Konseri

18 Mart Salı, 20:00

“İHTİYAR BALIKÇI VE DENİZ” – İstanbul Halk Tiyatrosu

25 Mart Salı, 20:00

Detaylı program için lütfen tıklayınız

Sabancı Üniversitesi’nde Sosyal Yatırım Programı başlıyor

Sabancı Üniversitesi Girişimcilik Kurulu (SUGK ) tarafından JP Morgan Chase Vakfı’nın desteği ile Sosyal Yatırım Programı hayata geçiriliyor.


Sosyal Yatırım Programı’nda; sosyal girişimciler yatırım almak,  finans kaynakları da sosyal girişimcilere fon sağlamak için bir araya getirilerek eğitilecek.

Programın tanıtımı  amacıyla bir toplantı gerçekleştirildi. Toplantıya Sabancı Üniversitesi’nden Yönetim Bilimleri Fakültesi Dekanı Füsun Ülengin ve programın destekçisi JP Morgan’dan da Türkiye Genel Müdürü Emre Derman katıldı.

Türkiye’de giderek önem kazanmaya başlayan Sosyal Girişimcilik ve Sosyal Yatırım ile ilgili konulara ilişkin detaylı bilgi verilerek, yeni başlayacak program; Girişimcilik Kurulu Akademik Direktörü Dilek Çetindamar ile Direktör Kutlu Kazancı, Sosyal Yatırım Programı Direktörü Anja Koenig tarafından tanıtıldı. 

Füsun Ülengin toplantıda yaptığı konuşmada; “Sabancı Üniversitesi kurulduğu 1999 yılından beri girişimciliği ve girişimcileri destekliyor. Günümüzde önemi giderek artan sosyal girişimcilere destek olmak amacıyla da üniversitemizde çeşitli faaliyetler yürütülüyor. INSEAD tarafından dünyanın çeşitli kentlerinde düzenlenen Uluslararası Sosyal Girişimcilik Konferansı 2010 yılında Sabancı Üniversitesi ev sahipliğinde Türkiye’de yapıldı. Yönetim Bilimleri Fakültesinde 3 yıldır sosyal girişimcilik dersi veriliyor. 2013 yılında, 20 sosyal girişimciye bir haftalık Sosyal Girişimci Geliştirme Programı adlı bir eğitim ve sertifika programı başlatıldı. Bunları takiben, Sabancı Üniversitesi, JP Morgan Chase Global Hayırseverlik kurumunun desteği ile sosyal girişimciler ve sosyal yatırımcılara, finansman bulma ve uygun fon sağlama konularında destek olabilmek için bugün tanıtımını yaptığımız Sosyal Yatırım Programını geliştirdi.” dedi.

Emre Derman ise konuşmasında şunlara yer verdi: “JP Morgan Chase Vakfı, Sabancı Üniversitesi ile Sosyal Yatırım Programı'nın geliştirilmesi için yaptığı işbirliği ile gurur duymaktadır. Girişimcilik, pazardaki çeşitli oyuncuların başarılı olma şansının eşitlenmesine yardımcı olmakta ve bireylere önemli yeni fırsatlar sunmakta. Bu fırsatlar, yeterince giderilemeyen sosyal ihtiyaçları belirleyen ve bunlara yönelik olarak mali etkinlik ve etik unsurları göz önünde bulundurarak inovatif çözümler geliştiren sosyal girişimciler için özellikle önemlidir. Gelecekte daha çok istihdam yaratılmasına ve sosyal ihtiyaçları gidermek için inovatif yollar bulunmasına yardımcı olması hedeflenen bu heyecan verici programın bir parçası olduğumuz için çok mutluyuz.” 

Neden Sosyal Yatırım Programı?

Türkiye’de, son yıllarda ekonomide kaydedilen ilerlemeye rağmen eğitim, cinsiyet eşitliği, istihdam, çevre tahribatı ve toplumsal barış gibi alanlarda önemli toplumsal ve çevresel sorunlar yaşanmakta. Bu sorunların bazılarına çözüm bulmaya yönelik olarak, sayıları giderek artan bir grup sosyal girişimci ortaya çıktı. Sivil toplum ve devletin müdahalelerinin tek başına çözmeyi başaramadığı sosyal sorunlara çözüm bulmak üzere konumlanmış olan sosyal girişimciler, ayrıca, kapsamdışı bırakılmış gruplara iş imkanı sağlayarak işgücünü geliştirme potansiyeli taşıyor. 

Ancak, sosyal girişimciliğe karşı giderek artan bu ilginin, bu girişimcilerin belli ihtiyaçlarını karşılayacak sosyal yatırım sermayesi ile destekleyecek bir eko-sistem henüz yeterince oluşamadı. Buna ek olarak; sosyal etkiyi girişimci iş modelleri ve yatırım stratejileri ile uyumlu hale getirme konusunda, hem sosyal girişimciler hem de potansiyel yatırımcılar tarafında, farkındalık, deneyim ve beceri eksikliği var.  

Sabancı Üniversitesi Girişimcilik Kurulu, mevcut ve potansiyel sosyal yatırımcılar ve sosyal girişimcilere bu konularda destek olabilmek için, JP Morgan Chase Vakfı’ndan aldığı fon yardımı ile Sosyal Yatırım Programını geliştirdi. Bu program, sosyal ve çevresel etkiyi iş planlarının özüne yerleştiren mevcut ve gelecekteki girişimcileri, profesyonel yatırımcıları, hayırseverlik faaliyetleri yapan kişileri, iş meleklerini, vakıfların yönetim kurulu üyesi ve çalışanlarını, şirketleri, finans kurumlarını, ve devlet kurumlarını hedefliyor.

Programın Amaçları

- Sosyal etkiye yatırım yapmanın sunduğu fırsatlar konusunda potansiyel yatırımcılar ve fon sağlayıcıların farkındalığını arttırmak ve girişim hayırseverliği ve sosyal yatırım stratejileri hakkında Türkiye pazarına göre biçimlendirilmiş yüksek kalitede eğitim sağlamak.

- Sosyal girişimcilerin, sosyal etki çerçevesinde sürdürülebilir bir iş modeli yaratmalarına yardımcı olmak. Ayrıca, kapasitelerini güçlendirmek ve girişimlerini büyütmek amacıyla ihtiyaç duydukları geri ödemeli yatırıma ulaşmak için yollar göstermek. 

- Sosyal girişimcilik girişimcilik ekosistemini güçlendirmek; sosyal yatırım konusunda kamu bilincini artırmak ve sosyal girişimci ve yatırımcıların ağ kurmasına destek olmak.

Kimler katılabilir? 

Eğitim, çeşitli deneyim ve ilgi alanlarına sahip şu profesyonellere açıktır: 

o Kurumlarını bir sonraki seviyeye taşımaya kararlı, Türkiye içerisinde ve yurt dışında aktif bir şekilde sosyal yatırım arayışı içerisinde olan kar amacı gütmeyen ve güden sosyal girişimciler

o Sosyal faaliyetlerinin etkisini artırma amacı güden hayırseverler

o Girişimci hayırseverliğine daha çok önem vermek ve yeni bir bağış stratejisi geliştirmek isteyen hayır kurumlarının temsilcileri

o Yeni hedef pazarlara açılmak, yeni ürünler ya da sosyal yatırım araçları geliştirmek arzusunda olan finans ve yatırım profesyonelleri

o Hem sosyal etki hem de finansal getiri adına yatırım yapmak isteyen melek yatırımcılar

o Kalkınma finans kuruluşları, araştırma şirketleri, kurumlar ve devlet dairelerinde çalışan yöneticiler ile gelişmekte olan bu alanda pay sahibi olmak isteyen sektör danışmanları 

o Sosyal motivasyonlar ile ticari ilkeleri bir araya getirme anlayışını cazip bulan ve bu alanda kariyerlerine veya ticari bir fikre dair fırsatları keşfetmek isteyen tüm profesyoneller. 

http://syp.sabanciuniv.edu/

BAGEP Ödüllleri Sahiplerini Buldu!

2014 Yılı Bilim Akademisi Genç Bilim İnsanları Ödül Programı (BAGEP) Ödüllleri Sahiplerini Buldu!


Üniversitemiz Öğretim Üyelerinden Nilay Noyan Bülbül, Işın Güler, Gözde İnce, Eren İnci, Ali Koşar ve İbrahim Burç Mısırlıoğlu Bilim Akademisi'nin Genç Bilim İnsanları Programı Burs Ödülünü almaya hak kazandılar.

Bilim Akademisi gençlerin iyi bilim yapmaya teşvik edilmelerini ve iyi örneklerin ödüllendirilmesini öncelik olarak görmektedir. Bilim Akademisi bu programı kamu fonları ile değil, toplumun desteğiyle yürütmektedir. Bu ödül, genç bilim insanının araştırmaları için gerekli harcamaları karşılaması amacı ile, önceden bir harcama planı istenmeksizin, karşılıksız olarak verilmektedir. Program bilimin her alanından, 40 yaşını geçmemiş, doktoralı veya tıpta uzmanlığını almış bilim insanlarına açıktır.

Ödül kazanan genç akademisyenlere araştırmalarını desteklemek amacıyla iki yıl süreyle yılda 10.000 TL destek verilmektedir. Amaç en parlak ve gelecek vadeden genç akademisyenleri araştırmalarını geliştirmelerine yardımcı olacak prestijli bir burs ile ödüllendirmektir.

Temel Eğitimin Kademelendirilmesi Sürecinin İzlenmesi

ERG, Temel Eğitimin Kademelendirilmesi Sürecinin İzlenmesi Araştırma Raporu ve Politika Notu’nu Kamuoyuyla Paylaştı

10 Mart 2014, İstanbul- Eğitim Reformu Girişimi (ERG) ve Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı (TEGV), 6287 sayılı yasayla yaşama geçirilen ve kamuoyunda “4+4+4” olarak bilinen yeni uygulamayı izlemek ve değerlendirmek için gerçekleştirdikleri araştırmayı tamamladı. Temel Eğitimin Kademelendirilmesi Sürecinin İzlenmesi başlıklı araştırma raporunun bulguları temelinde, ERG analistleri tarafından kaleme alınan politika önerileri, 10 Mart Pazartesi günü düzenlenen basın toplantısında kamuoyuyla paylaşıldı.


TEGV’in işbirliği ile ERG tarafından yayımlanan araştırma raporunda; kesintisiz 8 yıllık eğitim sistemi içerisinde okuyan 5. sınıf öğrencileri ile 4+4 olarak düzenlenen kesintili ilköğretim sisteminde okuyan 5. sınıf öğrencilerinin eğitim çıktıları ve okul ortamları karşılaştırıldı. Ayrıca raporda, 5. sınıfların ders çizelgelerine eklenen seçmeli derslerin seçim süreci incelendi. Araştırmanın nicel ayağı, 33 ilde toplam 1.894 öğrencinin katılımı ile gerçekleştirildi. Nitel çalışmada ise Türkiye’nin farklı bölgelerinden dokuz ilde toplam 63 öğrenciyle görüşmeler yapıldı. Görüşmeler sırasında, öğrencilere genel olarak 4. sınıftan 5. sınıfa geçişte nelerin değiştiği, bu değişikliklerin onları nasıl etkilediği ve seçmeli dersler konusundaki deneyimleri ve algıları soruldu.

ERG, araştırma bulgularından hareketle dört ana politika önerisi sunuyor:

Öğrencilerin 4. sınıfta ve 5. sınıfta gerçekleştirilecek uyum programlarıyla kendilerini bekleyen değişikliğe (okul değişikliği, branş öğretmenleri ile tanışma ve seçmeli dersler) hazırlanmaları, geçiş döneminde ortaya çıkan sorunların azaltılmasına yardımcı olacaktır. MEB’in 2014-15 eğitim öğretim yılında 5. sınıflar için böyle bir uyum programının pilot çalışmasını gerçekleştirmeyi planlaması çok olumlu bir adımdır. Diğer taraftan benzer bir desteğin branş öğretmenleri için de tasarlanması ve uygulamaya konulması aciliyetini korumaktadır.

MEB yatırım bütçesi, tüm okulların tam gün öğretime geçmesini sağlayacak ve bu durumda ortaya çıkan derslik gereksinimini karşılayacak biçimde artırılmalıdır. Mevcut üst politika belgelerinde MEB yatırım bütçesi içinde ayrılan kaynakların, ilkokul ve ortaokul öğrencilerinin ayrı eğitim-öğretim ortamlarında eğitim almalarını sağlamaktan uzak görünmektedir.

Devlet okullarında okul yemeği programı eğitim politikası gündemine alınmalıdır. Kademelendirme sonrasında ortaokullarda haftalık ders saatlerinin artması ve ikili öğretimin yaygınlaşması; daha az öğrencinin sabah kahvaltısı yapabilmesi ve öğle yemeği yiyebilmesi sonucunu doğurmuştur.

Ortaokullarda istihdam edilmek üzere en az 26 bin ek kadro tahsis edilmelidir. Ortaokullar için ders saatlerinin % 23 arttığı 2012-13 eğitim-öğretim yılında, ilköğretimde kadrolu öğretmen sayısı sadece % 6 artmıştır. 2013-14 eğitim-öğretim yılı için ders saatlerinin 37’den 35’e indirildiği dikkate alındığında bile, mevcut kadrolu öğretmen sayısı ders saatlerindeki artışı karşılamaktan uzaktır. 

ERG Yönetim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Üstün Ergüder politika notunu şu sözlerle yorumladı; “Eğitimi ilgilendiren politika yapım süreçlerinde reforma gidilmesi gerekiyor. Siyasi iradenin tercihlerinin bürokrasi tarafından katılımcı süreçlerle, veri temelli bulgularla harmanlanması büyük önem taşıyor. 6287 sayılı İlköğretim ve Eğitim Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un yasalaşma sürecinde, hükümetin sekiz yıllık temel eğitimi kademelendirme hedefinin yeterince tartışılmaması ve araştırma bulgularından sınırlı ölçüde yararlanılması, öngörülebilir ve engellenebilir sorunların uygulamaya yansımasına neden oldu. Politika notuna dayanak oluşturan bu araştırma raporu çok önemli bir sorunu gündemimize getirirerek 2012-13 eğitim-öğretim yılında ortaya çıkan aksaklıklardan dezavantajlı sosyoekonomik durumda bulunan öğrencilerin daha yoğun biçimde etkilendiğine işaret ediyor. MEB’in iyileştirme çabalarını cinsiyet, sosyoekonomik durum, özel gereksinimli öğrenciler ve diğer risk gruplarını dikkate alarak planlaması büyük önem taşıyor”. 

TEGV Yönetim Kurulu Başkanı Oktay Özinci de araştırma hakkında “Türkiye son 10 yılda eğitime çok ciddi bir yatırım yaptı. Özellikle çocukların okula erişimi gibi alanlarda önemli mesafe kaydettik. Ancak maalesef aynı hızlı gelişimi eğitim kalitesi ve öğrenme çıktıları konusunda gösteremedik. Eğitim sistemimiz dünyanın en gelişmiş ekonomileri arasına girme hedefimizle eşzamanlı olarak gelişemiyor. Bir başka sorunumuz da eşitlik konusu. Kaliteli eğitim hakkını ve fırsatlarını sosyal kesimler, bölgeler ve okullar arasında eşit bir şekilde dağıtamıyoruz. Ülke olarak çocuklarımızın; 21 yüzyılda rekabet edebilecek, yaşam boyu öğrenen ve mutlu bireyler olması için gereken bilgi, beceri ve değerleri kazandıracak bir eğitim sistemini daha fazla zaman kaybetmeden inşa etmemiz gerekiyor. TEGV’in misyonu Türkiye’de temel eğitime katkıda bulunmak, çocukların eşit ve kaliteli eğitim fırsatlarından yararlanmalarına destek vermektir. Bu misyonumuzu; Hakkari’den Edirne’ye Türkiye’nin dört bir yanındaki eğitim noktalarımızda sağladığımız eğitim hizmetleri ile yapıyoruz. Temel eğitime katkı sunma misyonumuzu zaman zaman böylesi projelerle de destekliyoruz tabii ki. Sonuç olarak bu tür araştırmaların Türkiye’de eğitim sisteminin gelişimine önemli katkı sunduğuna inanıyoruz” dedi.

Eğitim Reformu Girişimi hakkında;

Eğitim Reformu Girişimi (ERG), Türkiye’de eğitim politikalarının iyileştirilmesine yönelik araştırma, savunu ve eğitim çalışmalarını “herkes için kaliteli eğitim” vizyonu doğrultusunda sürdürüyor. 2003’te Sabancı Üniversitesi bünyesinde yaşama geçen ERG, eğitim politikalarının yapım ve uygulama süreçlerinin katılımcı ve veri temelli bir çerçevede gelişmesi için çalışmaktadır. Eğitimde İyi Örnekler Konferansı’nın ev sahipliğini yapan ERG her yıl yayımladığı Eğitim İzleme Raporları ile eğitimde yaşanan gelişmeleri değerlendiriyor ve kamuoyuyla paylaşıyor. ERG; Anne Çocuk Eğitim Vakfı, Aydın Doğan Vakfı, Bahçeşehir Üniversitesi, Borusan Kocabıyık Vakfı, Elginkan Vakfı, Enerji-Su, Enka Vakfı, İstanbul Bilgi Üniversitesi, İstanbul Kültür Üniversitesi, Kadir Has Vakfı, Mehmet Zorlu Vakfı, MV Holding, Nafi Güral Eğitim Vakfı, Sabancı Üniversitesi, The Marmara Collection, Tüm Özel Eğitim Kurumları Derneği, Türkiye Vodafone Vakfı, Vehbi Koç Vakfı ve Yapı Merkezi tarafından destekleniyor.

Marka Pratikleri Platformu'nda Küresel Doğan Şirketler tartışıldı

Marka Pratikleri Platformu Açılış Konferansında Küresel Doğan Şirketler Tartışıldı


Sabancı Üniversitesi ve Reklamcılık Vakfı işbirliği ile kurulan Marka Pratikleri Platformu açılış konferansı yapıldı. Marka Pratikleri Platformunun kurucularını temsilen Sabancı Üniversitesi Yönetim Bilimleri Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Füsun Ülengin, “Bir ülkedeki teknoloji ve inovasyonun yansıması markadır. Global rekabetin arttığı ortamda markalaşmak giderek önem kazanmaktadır. Türkiye’nin 2023 hedefleri arasında dünyanın en büyük ekonomileri arasına girebilmek, güçlü ve global markalar yaratabilmek vardır. Yenilikçilik ve girişimcilik konusunda başı çeken, öncü rolü üstlenen bir üniversite olarak Sabancı Üniversitesi’nde; ülkemizde marka ekonomisinin gelişimi için yoğun bir çalışma sürecine girdik“ dedi.

Sonrasında söz alan Reklamcılık Vakfı Başkanı Haluk Sicimoğlu Marka  Pratikleri Platformu misyonunu özetledi, “Özgün markalarımızı çoğaltmak, marka ekonomisinde yer alacak nitelikli insan kaynağını desteklemek amacıyla Sabancı Üniversitesi ve Reklamcılık Vakfı olarak güçlerimizi birleştirerek Marka Pratikleri Platformunu kurduk” dedi. 

Konferansta Prof. Dr. Tamer Çavuşgil,* “Küresel Doğan İşletmeler” isimli sunuşunda, küresel doğan işletmelerin ülkelerin milli ekonomilerinde önemini artırmakta olduğuna, Türkiye’de ve dünyada yaygın şekilde görüldüklerine değindi. Küresel doğan işletmelerin; kuruluştan itibaren kararlı bir biçimde dış pazarlara yönelik ürün/hizmet farklılığına sahip olan genç, girişimci, vizyon sahibi ve yenilikçi yapıda olduklarını belirtti. Prof. Dr. Tamer Çavuşgil , küresel doğan şirketlerin niteliklerine ilişkin önerilerini aktardıktan sonra, geleceğin teknolojilerinin ekonomi üzerindeki olası etkilerini aktardı. 

Konferans’tan sonra gerçekleştirilen panele, Marka Pratikleri Platformu’nu temsilen stratejik ortaklar ; P&G Marka Operasyonları Direktörü Oya Canbaş, Hürriyet Ekonomi Şefi Sefer Levent, Brand Finance Türkiye Temsilcisi Muhterem İlgüner ve Sabancı Üniversitesi Yönetici Geliştirme Birimi (EDU) Direktörü Dr. Cüneyt Evirgen katıldı. Panelde marka ekonomisi olgusu, yerel-küresel denklemi, Marka Pratikleri Platformu’nun önemi tartışıldı. Platform, gerçekleştireceği etkinliklerle hükümet-bürokrasi, ticari işletmeler, KOBİ’ler, yerel yönetimler, akademik çevreler nezdinde marka ekonomisinin önemi vurgulamayı amaçlıyor.

Konferans sonunda Prof. Dr. S.Tamer Çavuşgil’in Türkçe’ye çevrilen kitabı “Türkiye’de Küresel Doğan İşletmeler” katılımcılara dağıtıldı. 

* Prof. Dr. S. Tamer Çavuşgil:  Georgia State Universtiy Fuller E. Callaway Professorial Chair öğretim üyesi, Center for International Business Education and Research (CIBER) Direktörü. Tamer Çavuşgil, Leeds University Business School’da da misafir öğretim üyesidir. Firmaların uluslararasılaşması, küresel strateji, gelişen pazarlar ve sınırlar ötesi ticarette satıcı-alıcı ilişkileri üzerine çalışan Çavuşgil son zamanlarda hızlı değişen ekonomilerde orta sınıfın dönüşümünü araştırıyor. Çavuşgil,  2014 yılında, Journal of International Business Studies tarafından, on yılda bir verilen ve yayınlandığı yıl en çok atıf alan makaleye verilen JIBS Decade Award ödülünü almıştır. 

Abone ol