Ana içeriğe atla

EDU ve Erdemir Grubu’ndan Eğitimde İşbirliği

Sabancı Üniversitesi Yönetici Geliştirme Birimi – EDU kurumsal akademiler zincirine yeni bir halka daha ekledi. Türkiye’nin lider kuruluşları ile işbirliği yapan Sabancı Üniversitesi EDU ve Erdemir Grubu ortak çalışması ile hayata geçirilen Erdemir Grubu Liderlik Fakültesi, 27 Kasım 2015 Cuma günü Sabancı Üniversitesi Gösteri Merkezi’nde gerçekleştirilen lansman ile tanıtıldı. Grup çalışanlarına en iyi gelişim çözümlerini sunmak amacı ile temelleri 2014 yılı sonunda atılmaya başlanan Erdemir Grup Akademi, en önemli fakültelerinden biri olan Liderlik Fakültesi’ni Sabancı Üniversitesi Yönetici Geliştirme Birimi – EDU işbirliği ile yapmaktan duydukları memnuniyeti dile getirdiler.

Erdemir Grubu Yönetim Kurulu Başkanı Ali Pandır, Sabancı Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Nihat Berker ve Sabancı Üniversitesi Yönetici Geliştirme Birimi – EDU Direktörü Dr. Cüneyt Evirgen’in yaptığı açılış konuşmalarının ardından fakültenin ilk dersi gerçekleştirildi.
Erdemir Grubu Yönetim Kurulu Başkanı Ali Pandır,  konuşmasına Erdemir Grubu’nun ‘’Dünya klasında şirket olma’’ vizyonuna vurgu yaparak başladı.  Dünya klası ifadesini ise kalite, hizmet ve maliyet rekabetçiliğinde mükemmeliyet, rakiplerin örnek aldığı, herkesin parmakla gösterdiği bir şirket olmak olarak tanımladı. Teknolojiyi kullanan çok iyi eğitilmiş yeni bir neslin gerekliliğine dikkat çeken Pandır, Erdemir olarak yetenek bulma ve koruma misyonlarının olduğunu da belirtti.

Sabancı Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Nihat Berker konuşmasında strateji ve liderlik kavramları üzerinde durdu.  Prof. Dr. Berker, yapılması gerekenin ileriyi görmek ve hiç pes etmemek olduğunu belirtti. Strateji ve liderlik kavramlarının devamlı evrimleştiğine dikkat çeken Prof. Dr. Nihat Berker, “Toplum evrimleşiyor, istekler evrimleşiyor, sonuçlar evrimleşiyor. Her zaman rakiplerimiz var. İnsanlar kazanmaktan ve ilerlemekten zevk alıyor. Kendimiz için oynayıp kazanmayı kendimize borçluyuz. ‘Fair Play’ içinde oynayıp kazanmak toplumun ilerlemesini sağlar. Biz üniversite olarak bunu çok iyi yapıyoruz. Gerçek dünya ile içli dışlı olduğumuz için başarılıyız” dedi.

Sabancı Üniversitesi Yönetici Geliştirme Birimi – EDU Direktörü Dr. Cüneyt Evirgen, Sabancı Üniversitesi’nin felsefesinin “Birlikte Yaratmak ve Geliştirmek” olduğunu ve EDU olarak bu misyon doğrultusunda hareket ettiklerini iletti. Dr. Cüneyt Evirgen, “Üniversite olarak bilgiyi üreten bir yapının içindeyiz ve bilgi paylaşıldıkça değerlenir. ‘’Bilgiyi nasıl kullanacağımız farkında olmak bizi bilmenin ötesine taşıyor. Burada yaparak öğrenmenin hazzını tadacağız” dedi.

Sabancı Üniversitesi Yönetici Geliştirme Birimi – EDU ve Erdemir Grubu’nun on aylık çalışması ile tasarlanan Erdemir Grubu Liderlik Fakültesi kapsamında, Müdür ve Direktör seviyelerine yönelik olarak Kişisel Liderlik, Yöneticinin İK Süreçlerindeki yeri, Performans Yönetimi ve Geri Bildirim, İlişki Yönetimi, Koçluk Stili ile Liderlik, Lider Duruşu eğitimleri gerçekleştiriliyor olacak.

Dicle Koğacıoğlu Makale Ödülü 6.Kez Sahiplerini Buluyor

Sabancı Üniversitesi Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi ile Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları Forumu tarafından, akademisyen ve aktivist Dicle Koğacıoğlu adına düzenlenen makale ödülü, 26 Aralık 2015, Cumartesi günü, Minerva Palas’ta gerçekleşecek öğrenci konferansı ve ödül töreni ile sahiplerini buluyor.



Sabancı Üniversitesi Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi ile Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları Forumu tarafından beş yıldır verilen “Dicle Koğacıoğlu Makale Ödülü”, 26 Aralık 2015, Cumartesi günü Minerva Palas’ta öğrenci konferansının ardından gerçekleşecek törenle sahiplerini bulacak.

Tartışmacılığını Sabancı Üniversitesi Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi Öğretim Üyesi Ayşe Öncü’nün üstlendiği ilk panelde; Karamanoğlu Mehmetbey Üniversitesi’nden Arzu Maltaş Erol ve Ferda Aşık "Kadının Kent Arayışı: Anadolu Üniversitelerinde Mekân Deneyimlemeleri" ve Orta Doğu Teknik Üniversitesi’sinden Hilal Kara "Bir Ev İşçisinin Yol Hali: “Gündelikçi” Kadın Emeği Gözünde Kenti Anlamak" başlıklı birer konuşma yapacaklar.

Sabancı Üniversitesi Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi Öğretim Üyesi Ayşe Betül Çelik’in tartışmacılığında gerçekleşecek ikinci panelde; Connecticut Üniversitesi’nden Caner Hazar "Türkiye’de Günlük Bir Strateji Olarak Toplumsal Cinsiyet Performansı", Northwestern Üniversitesi’nden Nisa Göksel "Alternatif Siyasi Alanda Annelik: Barış Anneleri’nin Politik ve Etik Mücadelesini Anlamak" başlıklı birer konuşma yapacak.


Program

Tarih:  26 Aralık 2015, Cumartesi

Yer: Minerva Palas, Bankalar Caddesi, No:2, Karaköy, İstanbul

Saat:

15.00- 15.10 Açılış Konuşması

15.10-16.00  Panel I

Tartışmacı: Ayşe Öncü (Sabancı Üniversitesi)
"Kadının Kent Arayışı: Anadolu Üniversitelerinde Mekân Deneyimlemeleri" Arzu Maltaş Erol (Karamanoğlu Mehmetbey Üniversitesi) & Ferda Aşık (Karamanoğlu Mehmetbey Üniversitesi)
"Bir Ev İşçisinin Yol Hali: “Gündelikçi” Kadın Emeği Gözünde Kenti Anlamak"  Hilal Kara (Ortadoğu Teknik Üniversitesi)

16.00-16.30 Kahve Arası

16.30-17.30  Panel II
Tartışmacı: Ayşe Betül Çelik (Sabancı Üniversitesi)
"Türkiye’de Günlük Bir Strateji Olarak Toplumsal Cinsiyet Performansı" Caner Hazar (Connecticut Üniversitesi)
"Alternatif Siyasi Alanda Annelik: Barış Anneleri’nin Politik ve Etik Mücadelesini Anlamak" Nisa Göksel (Northwestern Üniversitesi)

17.30- 18.00 Ödül Töreni


Hep Enerjik, Hep Dinamik: Şebnem Burcuoğlu Söyleşisi

Geçtiğimiz haftalarda Medya Kulübü ile okulumuzda genç, başarılı, tatlı mı tatlı bir konuk ağırladık. Biz sorduk, o anlattı; o sordu, biz anlattık. Kocan Kadar Konuş kitaplarının yazarı ve kurumsal iletişim direktörü Şebnem Burcuoğlu ile harika bir sohbet gerçekleştirdik. Bu güzel röportajı bir an önce herkesle paylaşmak istedim ama yenilenen GazeteSU şerefine biraz dişimi sıktım. Bomba gibi GazeteSU'ya bomba gibi bir röportajla başlayalım!

Röportaj: Bengüsu Özcan

Öncelikle gerçekten çok başarılı, çok yönlü bir kariyeriniz var. Sizi tebrik etmekle birlikte henüz kariyerini şekillendirmemiş olan öğrenciler olarak acaba sizin üniversite yıllarında aklınızda neler vardı, kariyerinizi nasıl planladınız kısaca öğrenebilir miyiz?

Ben Bilkent Üniversitesinde uluslararası ilişkiler bölümünden mezun oldum, onun ardından da Boğaziçi Üniversitesinde Avrupa Birliği ilişkileri üzerine yüksek lisans yaptım.  O sıralarda aklında ne vardı diye soracak olursanız, aslında akademisyen olmak gibi bir fikrim vardı. Ben farklı şeyler denemeyi hep çok seven biri oldum, herkese tavsiye edebileceğim önemli bir şey, her fırsatta olabildiğince farklı sektörlerde staj yapmaları. Üniversite boyunca hiçbir yazımı boş geçirmedim, hep farklı yerlerde staj yaptım, bunun da çok faydasını gördüm.  Kurumsal iletişim, bu yıllarda aklımda yokken sonrasında karşıma çıkan bir fırsat sonucu denemeye değer diyerek başladığım, yıllardır da çok severek yaptığım bir iş. Yazmaya nasıl başladın diye soracak olursanız da ben eskiden beri okumayı ve yazmayı çok seven bir insanım, Kocan Kadar Konuş’tan önce de köşe yazarlığı yapıyordum, makaleler yazıyordum. Doğan Burda Dergi’de kurumsal iletişim direktörlüğü yürüttüğüm bir sırada Doğan Kitap yeni bir gençlik alt kolu olarak DEX Kitap’ı piyasaya sürmeye hazırlandığını, yerli ve kalemi kıvrak bir isim olarak benden bu yayın için bir kitap yazmamı istediklerini bildirdiler. İlk kitap denemem de bu şekilde oldu, sonra Türkiye’nin en kaliteli yapım firmalarından biri olarak BKM ile kitabın filme aktarımı üzerine anlaştık, o zamandan beri de inanılmaz bir tempoyla yazmaya devam ediyorum. 

Peki kurumsal iletişim bölümünden bahsetsek biraz da, son yıllarda çokça karşılaştığımız bir bölüm olsa da yakından tanıdığımızı söyleyemeyiz. Neler yapar kurumsal iletişimde çalışanlar, iyi bir kurumsal iletişimcinin sahip olması gereken özellikler nelerdir?

Bir kurumun hedef kitlesine yönelik iletişim sürecini yöneten birimdir kurumsal iletişim. Bilgi akışı, koordinasyon, organizasyon gibi süreçleri kurumsal bir çatı altında toplar. Şirketin can damarıdır. Çünkü bir şirketin başarılı olması için eninde sonunda kendini pazarlayabilmesi gerekiyor. O şirketin logosundan tutun duruşuna, basına yansıma tarzından tutun elemanlarının davranışlarına... Nasıl bir dünya kurmak istiyorsunuz o şirkette? İşte bütün bunları kurumsal iletişim oluşturuyor. Bir insanın nasıl bir giyim tarzı, bir konuşma şekli, bir çevresi olur; aynılarını bir şirket için kuruyorsunuz. Bir şirketin dışarıdan nasıl göründüğü de şirketin içinden başladığı için o şirket kültürünün de inşaasında çok önemli bir rol oynuyor. Son yıllarda özellikle Türkiye’de çok yükselen bir bölüm, ben gelecekte de kurumsal iletişimin çok daha önem arz edeceğine inanıyorum. 

Peki bir kurumsal iletişimci nasıl olmalı? Her şeyden önce çok vizyoner olmak gerekiyor. Dünyayı takip etmek, çalıştığınız sektördeki eğilimleri bilmek, yalnız yerli değil yabancı kaynakları da takip etmek olmazsa olmazlarınız. Bunun da ötesinde, kurumsal iletişim bir insanın bence o zamana kadar biriktirdiği, öğrendiği her şeyin, yani kısacası kendi kalitesinin bire bir yansıdığı; doğrudan şirketin damarlarına işlediği bir bölüm. Bu yüzden bir kurumsal iletişimcinin kendine bir vizyon çizmesi ve her fırsatta kendini geliştiriyor olması gerekli.

Biraz da kitaptan söz edelim. Yazarkenki üslubunuz sanki düşüncelerinizi bire bir aktarıyormuş gibi, okuyucuyu da çok yakalıyor. Bu üslubunuzun arkasında belirgin bir sebep var mı sizce?

Daha önce de belirttiğim gibi köşe, makale yazıyor olsam da Kocan Kadar Konuş benim ilk kitabımdı, o dönem de açıkçası kafamın biraz karışık olduğu zamanlardı. Her şeyi bir tık daha hafife almak istediğim bir ruh hali içindeydim. O yüzden sanki bir günlüğe yazar gibi, bir arkadaşla dertleşir gibi anlattım hikayeyi. Okuru şuradan mı vursam,  bu cümleyi şöyle daha mı etkileyici kursam diye bir tasam hiç olmadı. Samimi olan her şeyin karşıdakine geçtiğine inanıyorum zaten, bu üslubun çıkış noktası da samimi olmasıydı.

Kitapta Efsun’un da bazen örnekler verdiği gibi Türk aile yapısının bilhassa Avrupai diye tanımladığımız yabancı ülkelerdeki aile yapılarından çok farkı var. Sizce ikisinin arasında dengeyi nasıl kurmak lazım, Türk ailesine neleri adapte etmek isterdiniz?

Bir kere her toplumun kendine has karakteristik özellikleri olduğunu kabul etmek lazım bence. Bazı toplumlar, evlilikten uzaktır; bazıları ise yakındır. Bizimkisi yakın. Benim aslında kitapta söylemek istediğim de Türk aile yapısını eleştirmek değil, okuyucuya ‘bu böyle, sen kendini nerede görüyorsun’ demekti. Bir göbek havası duyduğumuzda şöyle bir içimizin kıpırdanması ne kadar gerçek ve bizden bir şeyse evliliğin bizdeki yeri de bir o kadar gerçek. Esas soru, siz kendinizi buna ne kadar uygun buluyorsunuz? Herkes evlenecek diye bir şey yok ama kimse evlenmeyecek diye bir şey de yok. Kiminin hayali başarılı bir kariyerken kimininki evlenmek ve evlat sahibi olmak olabilir. Bu tamamen kişiye bağlı bir şey. Aile yapısına bir şey adapte etmektense Türk kadınına siz kendinizi nerede görüyorsunuz, kendi yönünüzü nasıl çizmek istersiniz diye sormak ve  onları düşündürmek istedim Kocan Kadar Konuş’ta.

İlk kitabından sonra BKM tarafından çekilen ilk filmi de çok beğenilen Kocan Kadar Konuş serisi, 1 Ocak'ta yine bizimle beyazperdede buluşacak!

Klişe deyip geçmeden bir tane de klasik soru soralım size. Gece uyumadan önce aklınızda ne olur, sabah kalktığınızda en büyük motivasyonunuz nedir?

Şunu samimiyetle söyleyebilirim ki kafamın boş, her şeyden arınmış olduğu tek bir saniye hatırlamıyorum hayatımda. Hep bir şeyler düşünürüm, hep yapmak istedğim bir şeyler, başlayacağım işler vardır. Bazen uykuyu gereksiz dahi bulurum. Zamanı değerlendirecek o kadar çok şey varken gece uyumak ve sabah uyanmak arasında geçecek zamanı bazen yok etmek istediğimi bile söyleyebilirim. O yüzden kısaca, yatarken düşündüğüm şey ‘bir an önce sabah olsa da kalksam!’ :)

Son sorudan önce şu sıralar neler yaptığınızın da ipuçlarını alalım mı biraz?

Kocan Kadar Konuş serisine şu sıralar biraz ara verdim, yeni bir roman üzerinde çalışıyorum. Yine çok keyifli bir romantik komedi, 2016’nın ilk çeyreğine okuyucuyla buluşturmayı hedefliyorum bu kitabı, onun heyecanı içindeyim. Kocan Kadar Konuş Diriliş’in de filmi 1 Ocak’ta vizyona girecek, aynı sene içine iki kitap ve iki film sığdırarak inanılmaz bir tempodan geçmiş oldum  ben de böylece. Ama inanın hiç şikayet etmiyorum, işlerimiz hep böyle gitsin. Genciz, oturmayalım, hep daha iyilerini başarmaya çalışalım.

Son olarak yine öğrencilere yönelik bir tüyo isteyelim sizden. Özellikle daha öğrencilikten çıkmamışken insanda bir özgüven eksikliği olabiliyor. Kendimize motivasyon, özgüven kazandırmak için bize ne tavsiyelerde bulunursunuz?

Bu konuda benim benimsediğim iki söz var.

Birincisi Oprah Winfrey’nin dediği, bence her şeyi inanılmaz güzel özetleyen bir söz : “Şans, hazırlığın fırsat ile karşılaşmasıdır.” Dışarıdan baktığınız zaman bazı şeyler sanki denk gelerek olmuş, tamamen şansmış gibi görünebilir ama inanın her işin arkasında inanılmaz bir emek yatıyor. Çalışmadan hiçbir şey olmuyor. Bir insan eğer kendine yeterince yatırım yapmazsa, karşısına bir fırsat çıktığında bile onu değerlendiremeyecektir zaten. O yüzden doğru zamanın gelmesini bekleyerek kendimizi geliştirmemiz, fırsatlara her an hazır olmamız gerekiyor.

İkincisi de çok bildiğimiz bir söz: “Hayatta hiçbir şey imkansız değildir.” O kadar doğru ki bu söz, bir şeyi gerçekleştirmek istiyorsak bunun imkansız olduğuna inanmamalıyız. Sadece bu işe ne kadar çok odaklanmamız gerektiğini görmemiz lazım. İstediğimiz bir işi başarmak için elimizden ne geliyorsa yaptığımıza emin olmalıyız. Günün sonunda bazen istediğinizi elde edemezsiniz. Ama o zaman bile hem bu süreçte bir şeyler kazanmış hem de ‘en azından denedim’ diyebilmenin gururunu yaşamış olursunuz. 

Hayat kendine güvenmemekle uğraşılacak kadar uzun değil maalesef. İnsan biraz atılgan, biraz gözü kara olmalı. Söylendiği, şikayet ettiği şeyleri değiştirmek için harekete geçmeli. Özgüven bazısında çoktur, bazısında azdır, bu insanın doğasından gelen bir şey. Ama şunu söyleyebilirim ki insan kendine yatırım yaptıkça, bir şeyleri değiştirmeye çalıştıkça özgüvenini inanılmaz bir şekilde arttırıyor.

Call For Instructor Proposals - ECON Courses

Sabanci University Summer School (June 22 - August 16, 2016) has job openings for faculty members/graduate students as instructors for the following undergraduate courses in Economics:

ECON202 Macroeconomics
ECON204 Microeconomics
ECON301 Econometrics

The courses will be conducted in English. For more information about the courses, please visit Faculty of Arts and Social Sciences website: http://fass.sabanciuniv.edu/

The applicants should have previous teaching experience of these courses at the undergraduate level, and interested Ph.D. students must have completed their field exams.

Applicants should send a package containing their C.V., and evidence of teaching ability (plus a recommendation letter for Ph.D. students) to:
                    Sena Balkaya
                    Summer School Office
                    E-mail: summer@sabanciuniv.edu

Application due date is February 1, 2016. The evaluations will start immediately.
On-campus accommodation for instructors may be available upon request.

Ayşe Parla Princeton İleri Çalışmalar Enstitüsü’ne kabul edildi

Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi Öğretim Üyesi Ayşe Parla, dünyanın sayılı kuramsal çalışmalar ve entelektüel düşünce merkezleri arasında yer alan Princeton İleri Çalışmalar Enstitüsü’ne (Institute for Advanced Study) kabul edildi.

Ayşe Parla’nın tüm 2016-2017 akademik yılını kapsayacak olan burslu üyelik daveti, “Tedirgin Umut: Bulgaristan Türkü Göçmenler, Etnik İmtiyaz ve Gündelik Hukuk” (Anxious Hope: Bulgarian-Turkish Labor Migrants, Ethnic Privilege and Everyday Law)” başlıklı kitap projesini tamamlaması için yapıldı.  Kitap, bir yandan göçmen işçilerin tabi olduğu yasaların göç rejimini nasıl düzenlediğini, diğer yandan ise hukukun gayrı resmi tezahürlerini inceleyerek, “umut”un hukuk tarafından kolektif bir duygu yapısı olarak üretilişini irdeliyor. 

Princeton İleri Çalışmalar Enstitüsü, daha genç araştırmacıların, kendi projelerini tamamladıkları süre zarfında, Enstitüde bulunan kıdemli üyelerin akıl hocalığında çalışmasına da aracı oluyor. Enstitü'de bugüne kadar 33 Nobel sahibi, 56 Fields Madalyası sahibinden 41'i ve pek çok Wolf ve MacArthur ödüllü araştırmacılar görev yapmış. Enstitünün geçmişte bünyesinde yer almış üyeleri arasında, 1955'te ölümüne dek bu kurumda kalan Albert Einstein'ın yanı sıra, Clifford Geertz, Kurt Gödel, Hetty Goldman, Albert Hirschman,  George Kennan, John von Neumann, J. Robert Oppenheimer ve Erwin Panofsky gibi bilim insanları ve araştırmacılar da bulunuyor. 

https://www.ias.edu/people/noted-figures

Öğrencimiz Emre Ekinci'nin "Young Global Pioneers" Deneyimi

Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi Ekonomi programı öğrencilerimizden Emre Ekinci, Ağustos ayında Çin’de gerçekleşen “Young Global Pioneers (YGP) - China 2015 Pioneering Journey” projesine katılarak üniversitemizi temsil etti.  


10 ülkeden 20 öğrencinin katıldığı projede, katılımcılar 3 hafta boyunca Çin’in 5 farklı şehrini dolaştı. Her şehirde uluslararası şirket ve organizasyonları ziyaret eden grup, aynı zamanda Çinli genç girişimcilerle de tanışma ve konuşma fırsatı buldu.

Programa Türkiye'den katılan tek öğrenci olarak Emre, Çin’de geçen 3 haftasını şöyle anlatıyor:


“Dünyanın dört bir yanından gelen arkadaşlarımla Çin’in benzersiz kültürünü ve yaşantısını gözlemlerken, birbirimizin kültürlerini de derinlemesine tanıma fırsatımız oldu. Şirket ziyaretleri, girişimcilerle olan sohbetlerimiz ve katıldığımız seminerler çok verimli geçti. Ayrıca otobüs ve tren yolculukları boyunca yaptığımız konuşmalar ve her akşam belli konularda tartıştığımız toplantılar dünyada yaşanan olaylara bakış açımı oldukça genişletti. Doğa sever bir SUDOSK’lu olarak Çin Seddi'ne yaptığımız treking'den, panda koruma alanında geçirdiğimiz zamandan ve Qingcheng Dağı’na tırmanışımızdan da büyük bir keyif aldım. Bu proje benim için eşsiz bir tecrübe oldu ve bana 9 ülkeden her zaman iletişimde kalacağım arkadaşlar kazandırdı. Umarım gelecek senelerde de üniversitemizden projeye devamlı bir katılım olur.”

YGP hakkında detaylı bilgi almak ve Tanzanya’da yapılacak bir sonraki “Pioneering Journey”e başvurmak için www.youglo.org sitesini ziyaret edebilirsiniz. 

Ayrıca https://www.facebook.com/YoungGlobalPioneers sayfasından hem Çin’de gerçekleşen projenin fotoğraflarını görebilir, hem de YGP’nin gelecek projelerini takip edebilirsiniz.

2015 Paris İklim Zirvesi sonrası izlenimler paylaşıldı

İstanbul Politikalar Merkezi (İPM)-Sabancı Üniversitesi-Stiftung Mercator Girişimi ev sahipliğinde 2015 Paris İklim Zirvesi – COP21’den İzlenimler Paneli yapıldı. Sabancı Üniversitesi’nin Karaköy’deki Minerva Palas binasında gerçekleştirilen panele, Paris’te zirveyi izleyen İPM Kıdemli Uzmanı Ümit Şahin, 2014/15 Mercator-İPM Araştırmacısı Ethemcan Turhan, 2015/16 Mercator-İPM Araştırmacısı Hande Paker ve Sabancı Üniversitesi CDP Türkiye Proje Yöneticisi Mirhan Köroğlu Göğüş konuşmacı olarak katıldı. Panele katılan dört konuşmacı da 30 Kasım – 12 Aralık tarihinde Paris’te gerçekleştirilen 2015 Paris İklim Zirvesi – COP21’de gözlediklerini ve zirveye ilişkin izlenimlerini paylaştı.

Panelde ilk sözü alan Ümit Şahin COP21’e ilişkin şunları söyledi: “Sabancı Üniversitesi bu sene ilk kez akredite kurum olarak COP21’e katıldı. İstanbul Politikalar Merkezi olarak 30 Kasım’da WWF Türkiye ile birlikte hazırladığımız Türkiye İçin Düşük Karbonlu Kalkınma Yolları ve Öncelikleri Raporu üzerine bir yan etkinlik ve 9 Aralık’ta Kömür Raporu üzerine bir basın toplantısı düzenledik. Bu sayede Paris İklim Zirvesi’nde Türkiye’nin politikaları ve müzakerelerdeki pozisyonuyla ilgili öneri ve eleştirilerimizi sunma fırsatı bulduk.

Paris Konferansı önceki iklim zirveleri ile karşılaştırıldığında en canlı iklim konferanslarından biriydi ama beklediğimizden daha sönüktü. Bunun nedenleri arasında 13 Kasım’daki saldırılardan sonra Fransız hükümetinin olağanüstü hal ilan etmesinin ve sivil eylemlere yönelik yasakların etkisinden söz edilebilir. Ancak zirveye katılım çok yüksekti ve 10 bini sivil toplumdan olmak üzere 30 bin kişinin konferansın resmi bölümüne kayıtlı olduğu açıklandı.

COP 21’den çıkan Paris Anlaşması basına büyük bir başarı olarak yansıdı. Sonucun böyle sunulmasının iki nedeni olabilir: Paris’ten bir anlaşma çıkmasını beklemeyenlerin çok sayıda, yani zirvenin sonucuna ilişkin karamsarlık dozunun yüksek olması, ya da medyanın bu konuları çok fazla takip etmemesi. Paris Anlaşması’nın kabul edilmiş olması önemlidir, ama ortada kurgulanmış bir başarı hikayesi olduğunu da söylemek gerekir. Hatta Birleşmiş Milletler’in ve ev sahibi Fransa’nın bu anlaşmadan bu kadar büyük bir başarı öyküsü çıkarmasını anlaşma içeriğindeki yetersizliklerin üzerini örtmeye çalışan bir politik manevra olarak yorumlamak da mümkün. Ancak yine de 2009’da Kopenhag zirvesinin çökmesinin yarattığı şokun aşılması ve Kyoto Protokolü’nün yerini alacak yeni bir anlaşmanın kabul edilmiş olması açısından Paris Konferansı yine de çok önemli bir dönüm noktası olarak nitelendirilebilir. Ayrıca bu anlaşmayla iklim değişikliğinin ne kadar büyük bir tehdit olduğu en güçlü biçimde ilan edilmiş oldu ve iklim değişikliği inkarcılığı dalgası, yani özellikle ABD’de de aşırı sağın yürüttüğü iklim değişikliğinin varolmadığı ya da insan kaynaklı olmadığı tezi çöktü.

Paris Anlaşması’nın Kyoto Protokolü’nden Farkı

Paris İklim Anlaşması’nda Kyoto Protokolü’nden farklı olarak izin verilebilecek  maksimum sıcaklık artışı hedefi konuldu. Küresel ısınmanın 2 santigrat derecede ve mümkünse 1,5 santigrat derecede sınırlandırılması gerektiğinde uzlaşıldı, ki ısınma bugün 1 dereceye ulaşmış durumda. Kyoto’dan farklı olarak azaltım hedeflerinin karbon bütçesi anlayışıyla değerlendirilmesi de anlaşmada yer aldı.  Kyoto’da sera gazı salımlarını ortalama yüzde 5 azaltım hedefi vardı ancak bu hedef karbon bütçesi hesabına dayanmıyordu. Karbon bütçesi hesabına göre küresel ısınmayı 2 santigrat derecede sınırlandırmak için 2100’e kadar küresel olarak en fazla 1000 gigaton karbondioksit daha atmosfere salınabilir. Böyle bir rehberin olması azaltım hedeflerinin işe yarar olup olmadığının ölçülmesi açısından önemli bir gelişme. Ayrıca Paris Anlaşması bu kez sadece gelişmiş ülkelerin değil, 195 ülkenin de yer aldığı evrensel bir iklim rejimi yaratıyor. Yukarıdan dayatılmış bir azaltım hedefinin değil, ülkelerin kendi belirledikleri ulusal katkı beyanlarıyla (INDC) iklim değişikliğiyle mücadeleye katıldıkları bir anlaşma olması da önemli. Bunun dışında, ilk kez iklim adaleti, toprak ana gibi kavramlar anlaşma metnine girdi.

Anlaşmadaki Sorunlar

Paris İklim Anlaşması’nın en önemli eksiği iklim değişikliğini durduramayacak olması. Anlaşmada 2, hatta 1,5 derecede sınırlandırmadan bahsedilse bile, ulusal emisyon azaltım hedeflerinin yer aldığı INDC’ler küresel ısınmayı 3 dereceye çıkartacak kadar yetersiz. Üstelik anlaşma bağlayıcı olsa bile eki sayılabilecek ve anlaşmanın en önemli kısmını oluşturan ulusal katkı beyanlarındaki emisyon azaltım hedefleri için bağlayıcılık söz konusu değil. Zaten Kyoto Protokolü de bağlayıcı bir iklim anlaşması olmasına rağmen, Kanada anlaşmadan çekilmiş ve hiçbir yaptırıma uğramamıştı. Net bir yaptırım öngörülmedikçe, örneğin bir iklim mahkemesi kurulmadıkça bu durum değişmeyecektir. Ancak bu anlaşmada emisyon azaltım hedeflerinin bağlayıcılığı daha da zayıf.

Paris anlaşmasındaki bir diğer sorun ise 2050’ye kadar ekonomiyi karbonsuzlaştırma hedefinin yer almaması. Anlaşmayla bu yüzyılın ikinci yarısında (ki bu aralık 2051-2100 arası gibi geniş bir dönemi ifade ediyor) karbon nötralizasyonuna ulaşma hedefi konuldu, ancak, kullanılabilir bir negatif emisyon teknolojisi ortada yokken nötralizasyon nasıl olacak, bu hedefe ne zaman nasıl ulaşılacak belli değil.

Yapılması Gerekenler

Bu anlaşmada asıl yapılması gereken 2020’ye kadar ulusal emisyon azaltım hedeflerini belirleyen mevcut INDC’lerin revize edilmesini mecbur kılmaktı. Ancak şu anda 2025’e kadar ülkeler mevcut hedeflerle devam etme hakkına sahip görünüyorlar. Bu da dünyaya bir 10 yıl daha kaybettirebilir. Türkiye açısından ise bundan sonraki ev ödevi 2018’e kadar ciddi bilimsel çalışmalarla INDC’sini revize etmesi ve fosil yakıt kullanımının artışına dayalı büyümenin sonlandırılması olmalıdır. Yeni INDC yapılana ve 2020’de Paris Anlaşması yürürlüğe girene kadar bütün yeni kömürlü termik santral lisanslarının iptal edilmesi veya askıya alınması da karbon altyapısına kilitlenmeyi engellemek için bir önlem olarak düşünülmelidir.”

Ethemcan Turhan COP21 izlenimlerini şu şekilde aktardı: “Paris’e gidilirken en temel tartışma konularından biri Türkiye’yi de ilgilendiren bir mesele olarak gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasındaki ayrışmaydı. Ancak bu ayrışmanın sadece diplomatik terimler ile belirtilmesinin yanında ortak fakat farklılaştırılmış sorumlulukların kimler tarafından nasıl işlevselleştirileceği konusunda belirsizlikler söz konusu. Bu haliyle Paris Anlaşması, 1992 tarihli BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin eklerine atıf yapmasa da bu ayrım üzerinden hareket ediyor gibi görünüyor.

Paris’te iklim borcuna sebep olan yani gelişmelerini erken dönemde fosil yakıtlara dayalı tamamlayarak atmosferdeki adil kullanım haklarını çoktan tüketen ülkelerin iklim değişikliğinin olumsuz etkilerinden zarar gören gelişmekte olan ülkelere finansman vermesi masadaydı. 2009 yılında Kopenhag’da önerilen 2020 sonrası yılda 100 milyar dolarlık bir iklim finansmanı havuzu oluşturulması kararı Paris’te resmen alındı. Yeşil İklim Fonu (GCF), Uyum Fonu (AF), En Az Gelişmiş Ülkeler Fonu (LDCF) gibi mekanizmalar ile bu fonların gelişmekte ya da en az gelişmiş ülkelere aktarılması kararlaştırıldı. Ancak Türkiye -en azından anlaşmanın bu haliyle- gelişmiş ülke statüsünden ötürü Küresel Çevre Fonu (GEF) hariç  diğer fonlardan faydalanamayacak. Bu hususta COP21 dönem başkanı ve Fransa dışişleri bakanı Laurent Fabius, Türkiye’nin talebi üzerine 2016’da Fas’ta düzenlenecek COP22’ye kadar Türkiye’nin özel koşulları üzerine istişareler yapacağını belirtti.

Şunu vurgulamak gerekir ki iklim finansmanı sadaka veya yardım değil haktır. Bu yüzden de bu finansmanı hem azaltım ve uyum için destek hem de halihazırda verilen zararın tazminatı olarak ele almak gerekir. Özellikle ABD’nin baskılarıyla Paris Anlaşması’nın kayıp-zarar mekanizmalarıyla ilgili bölümüne bu mekanizmanın herhangi bir sorumluluk/tazminat doğurmayacağı maddesinin eklenmesi bu açıdan çarpıcı. ABD açısından anlaşmanın cumhuriyetçilerin çoğunlukta olduğu kongreden geçmeyeceği öngörüldüğünden böyle bir maddenin eklenmesi gerekiyordu. Öte yandan özellikle Paris’te üzerinde uzlaşılan iklim finansmanının ülkelere verilen mevcut resmi kalkınma yardımına (ODA) ek olarak verilmesi gerekir. Halihazırda çift taraflı ve çok taraflı mekanizmalar aracılığıyla iletilen kalkınma yardımlarının (ki OECD ülkelerinin GSYİH’lerinin %0.7’sine denk gelmesi gerekir) yeşile boyanarak sunulması riski de bulunduğu ve böylelikle iki kere sayılması söz konusu olduğu için özellikle dikkatli olunması gerekiyor.

Paris Anlaşması önemli bir diplomatik başarı ancak gezegenin biyofiziksel sınırları göreceli gelişmeleri ve diplomatik zaferleri umursamıyor. 1.5 santigrat dereceyle sınırlanmış bir iklim değişikliği için şu ana kadar verilen taahhütler ve yaptırımlar yetersiz. Ülkelerin çok daha gerçekçi ve bilimle uyumlu adımlar atmaları gerekiyor. Her ne kadar Paris Anlaşması yüzyılın ikinci yarısında (2050-2099) karbon nötrlüğü hedeflese de bu bir bilimsel bir nitelik taşımıyor zira hem de karbon tutma saklama gibi negatif salımlar olacağını iddia eden yanlış çözümlere hem de uluslararası olarak transfer edilen azaltım çıktıları adıyla anlaşmaya işlenen karbon offsetlerine/piyasalarına bel bağlıyor. Bu da mevcut iktisadi-politik sistemin sadece teknolojik gelişmelerle aynen devam edebileceği gibi bir illüzyon yaratıyor. Öte yandan dünyanın en önde gelen bilim insanlarının söylediği gibi eğer 2020-2030 arasında küresel seragazı salımlarında zirve yapıp, 2050 itibariyle küresel ekonomiyi tamamıyla karbonsuzlaştırmazsak 1,5 santigrat derece gibi 2 santigrat derece limiti de ancak hayal olarak kalabilir.

Bir başka çarpıcı sonuç olarak Paris Anlaşması metninde kömüre, fosile ve yenilenebilir enerjiye atıf yapılmıyor. Dahası uluslararası taşımacılıktan (gemi ve havayolu) doğan salımlar da anlaşmaya dahil edilmediğinden önemli bir eksiklik mevcut. Uluslararası taşımacılık sektörü neredeyse Almanya’nın salımlarına denk düşecek miktarda toplam seragazı salımlarının %2’sine sebep oluyor. Öte yandan anlaşmanın giriş bölümünde cinsiyet eşitliği, göçmen hakları, insan hakları ve Doğa Ana ile ilgili referansların varlığı önemli bir kazanım olarak değerlendirilebilir.

Türkiye, Paris sonrasında özel koşullar politikası gütmek yerine sosyo-ekonomik bir dönüşüme hazır olmalı. Halihazırda küresel ölçekte pek çok özel sektör kuruluşu fosil yakıtlardan çıkarken Türkiye’nin de hem kendi toplumsal gelişmesi için hem de küresel ölçekte bir oyuncu olması için bunu dikkate alması önemli. Bu anlamda bir enerji dönüşümü planı çerçevesinde net azaltım hedefleri konulmalı ve somut adımlar atılmalı. Dahası mevcut uyum stratejileri de güncellenerek kısa, orta ve uzun vadede bu stratejinin altbaşlıkları için ciddi miktarlarda kaynak aktarılmalı. Yerel yönetimlerin de bu hususta önemli bir rolü var. Türkiye iklim değişikliği konusunda eğer bir 20 yıl daha kaybetmek istemiyor ve öncü olmak istiyorsa, araştırma-geliştirme ve özellikle iklim değişikliği konusunda akademik çalışmalara ve kurumlara yatırım yapmalı. Ben şahsen Paris’i büyük bir zaferden ziyade önemli bir politik sıçrama tahtası olarak görüyorum. Dünya Paris sonrası mutlaka bir dönüşüm yaşayacak fakat mühim olan bu dönüşümün adil, eşitlikçi, katılımcı ve şeffaf olması. Fosil yakıt sektöründe çalışanlar için de bu dönüşümün adil olması önemli. Bu sektörlerden çıkacak milyonlarca kişi için yeni beceriler kazandırma ve yeni sektörlere yönlendirme konusunda kaynak ayırılmalı. Türkiye değişen bir dünyadan ayrı kalamayacaktır bu nedenle de ne kadar erken ve öncü davranırsa oyun kurucu olmaya o kadar yaklaşabilir.”

Hande Paker COP21 izlenimlerine ilişkin şunları söyledi: “COP21’de iki ana alanda sivil toplum katılımı gördük. Bunlardan birincisi resmi müzakerelerin devam ettiği mavi bölgenin yanında sivil toplumun çalıştığı BM tarafından düzenlenmiş alandı (climate generations). İkincisi ise “Zone d’action pour le climat (İklim Eylem Bölgesi)” denilen sivil toplum katılımcılarının alternatif zirve yürüttüğü alandı. Bu alanlarda iklim adalet ağları, küresel STK’lar, yerel-küresel hareketler ve yerli halklar çeşitli toplantılar, yan etkinlikler ve forumlar düzenledi.

“İklim adaleti” kavramı uzun zamandır sivil toplumun gündeminde ancak iklim değişikliğinin teknik değil siyasi bir mesele olduğunu hatırlatması açısından ses bulması önemliydi. “Karbonsuzlaşma” anlaşma metnine giremedi ancak sivil toplum hareketinin en önemli talepleri arasındaydı. Fosil yakıt endüstrilerinin bitirilmesi çerçevesinde önemli bir kampanya şirketlerin fosil yakıt yatırımlarından vazgeçmesini talep eden (Divestment) kampanyasıydı. Anlaşma çerçevesine giren bazı çözümlerin yanlış çözümler olduğu vurgulandı. Nükleer enerji, hidroelektrik enerji elde etmek için yapılan ancak büyük ekolojik ve sosyal tahribata yol açan barajlar ve karbon piyasalarının yanlış çözümler olduğunun altı çizildi. Yenilenebilir enerji, enerji üretimini daha küçük ölçekte düşünmek ve atıklardan enerji üretmek gibi yaratıcı çözümler ise gerçek alternatifler arasında sayıldı. Ayrıca işçi haklarını gözeten şekilde enerji üreten ve herkes tarafından erişilebilir temiz enerji üretimini hedefleyen enerji adaleti/demokrasisi kavramı ses buldu. Bunlara ek olarak, gıda güvenliği yerine gıda egemenliğinden bahsedilmesi gerektiği konuşuldu. Sorunun sadece masada gıda olması değil, gıdanın kimler tarafından nasıl üretildiğinin de tartışılması gerektiği belirtildi. 

Alternatif zirvelerde  iklim değişikliği ve adalet, iklim değişikliği - enerji politikaları, işçi hakları - iklim değişikliği, insan hakları - iklim değişikliği, küresel ticaret anlaşmaları ve sınırsız büyüme kesişen meselelerdi. Bu meselelerin kesişmesi iklim hareketinin tabanın genişlemesi açısından önemli. Geleceğe yönelik yoğun eylemlilik planları ise iklim hareketi yaratma fikrinin güçlenerek devam ettiğini gösteriyor.

Paris anlaşması bağlayıcılığı olan kuvvetli bir anlaşma değil ve 1.5 santigrat derece hedefinin var olan INDC’lerle gerçekleşmesi mümkün değil. Yine de ortak bir çerçeve sağladığı ve söylemsel de olsa bazı hedefler koyduğu söylenebilir. Ancak asıl sorulması gereken soru bu anlaşma hakikaten dönüştürücü bir araç olabilir mi? Buradan bir iyi bir de kötü haber çıkarmak mümkün. İyi haber, iklim hareketinin eylemliliği, kapsayıcılığı ve ortak kaygılar müşterekler üzerinden hareket edebilmesi. Kötü haber ise karar alıcılar ve sivil toplum arasındaki etkileşimin zayıf olması ki dönüşüm açısından karar alıcıların kilit rolü düşünüldüğünde bu önemli bir eksiklik.”

Son olarak panelde konuşan Mirhan Köroğlu Göğüş’ün COP21’e ilişkin izlenimleri şöyle: “Paris Konferansı’nda iş dünyasının önceki senelerden çok daha aktif olduğunu ve farklı yapılar içinde hareket ettiğini gördük. Bu yapılar arasında yer alan We Mean Business koalisyonu, şirketleri iklim değişikliği ile ilgili açıkladıkları verilerin ötesine bakmaya ve küresel bir iklim anlaşmasını desteklemeye çağıran ve Paris’te iş dünyasının özellikle müzakerelerden beklentilerini ve anlaşmada yer almasını bekledikleri konuları vurgulayan çalışmalar yürüttü. Talep edilen başlıkların bir kısmı Paris Anlaşması’nda yer aldı. Science Based Targets (Bilime Dayalı Emisyon Azaltım Hedefleri) adı altında CDP’nin başı çektiği inisiyatif ise konferans öncesi ve sırasında bilim dünyasının ve hükümetlerin de kabul ettiği gibi küresel sıcaklık artışının en fazla 2 derece seviyesinde tutulmasını sağlamak amacıyla şirketlerden bilime dayalı metodolojilere göre emisyon azaltım taahhütlerinde bulunmalarını talep etti.

İşin yatırımcı ayağında ise Birleşmiş Milletler ve CDP’nin ortaklığında kurulan Portfolio Decarbonization Coalition (Portföy Karbonsuzlaştırma Koalisyonu) girişimi yer aldı. Yatırımcılar bu girişim kapsamında portföylerinin karbon miktarlarını aşamalı olarak azaltmak için düzenli olarak portföylerinin karbon miktarını ölçmek ve açıklamakla yükümlü. Paris konferansı sırasında özellikle Allianz ve ADP gibi lider iki yatırımcının koalisyona katılması süreci daha da görünür kıldı. Yatırımcılar özellikle tüm ülkelerin Paris konferansı öncesi ve sırasında Birleşmiş Milletlere sunduğu katkı beyanlarını sonuna kadar destekleyeceklerini ve taahhüt edilen değişime hazır olduklarını belirttiler. Bu değişimin ana bileşenlerinin ise karbon fiyatlandırması, yatırım portföylerinin karbonsuzlaştırılması, teknolojik yatırım ve inovasyonun desteklenmesi olduğu vurgulandı. Yine Birleşmiş Milletler çatısı altında kurulan Caring for Climate hareketi kapsamında Paris’te bir iş dünyası forumu gerçekleştirildi. İş dünyası liderlerini iklim değişikliğine karşı çözümler ve politikalar üretmek üzere harekete geçirmeyi hedefleyen girişim kapsamında şirketler özellikle iklim değişikliği adaptasyonu konusunda yeni ve inovatif çözümler üretmek için çalışacaklarını vurguladılar. Özellikle teknolojik yatırımlar ve inovasyon alanında fosil yakıtlara bağımlı bir ekonomi kapanından bir türlü kurtulamayan dünyanın halen eski teknolojileri kullandığını ve karbon emisyonlarının neredeyse yarısının bu eski teknolojilerden kaynaklı olduğu vurgulandı. Bu kapandan kurtulup yenilenebilir enerji ve inovasyon destekli bir ekonomik sisteme geçişin ancak finansal destekle sağlanabileceği, bunun da yeşil büyüme ve yeni iş imkanlarının kapısını açabileceği konuşuldu. Ekonomik dönüşümün sağlanması için gerekli dinamiklerin henüz oluşmadığı ve fosil yakıtların hala pazarı domine ettiği vurgulanarak fosil yakıtlara verilen desteklerin acil olarak kaldırılması ve bu desteklerin yeni teknolojiler ve yenilenebilir enerjiye aktarılması gerektiği üzerinde duruldu.

Karbon fiyatlandırması konusu Paris anlaşma metnine girse de karbonsuzlaşma (decarbonization) hedefinin çıkartılarak yerine  ‘karbon nötrlemesi’ kavramının getirilmesi ve henüz etkinliği kanıtlanmamış karbon tutma ve saklama sistemleri ve karbon piyasalarına dayanan ibarelerin anlaşmaya girmiş olması iş dünyasını harekete geçirecek süreçlerin kısa vadede sekteye uğramasına sebep olacaktır.”

Nakiye Boyacıgiller İle Çok Uluslu Şirketlerde Kültürlerarası Yönetim Üzerine Bir Sohbet

Küreselleşmeyle birlikte, her geçen gün farklı kültürler birbirleriyle daha fazla etkileşime geçiyor ve daha fazla iletişim kuruyor. Yine küreselleşmenin bir sonucu olarak çokuluslu şirketlerde farklı kültürler aynı ortamda çalışmak durumunda kalıyor. Bu da iş hayatında yeni zorlukların yanı sıra fırsatları da beraberinde getiriyor. Bu noktadan hareket ederek, geleceğin üst yönetici adaylarına ışık tutması amacıyla, Sabancı Üniversitesi Yönetim Bilimleri Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Nakiye Boyacıgiller ile küreselleşen dünya ve çokuluslu şirketlerde kültürlerarası yönetimin önemi üzerine bir sohbet gerçekleştirdik.

Öncelikle sizden kısaca kültürlerarası yönetimin ne olduğunu dinleyebilir miyiz? Neden önemlidir?

Farklı kültürlerden gelen kişilerin daha etkin çalışabilmeleri için kültürün birçok olgu üzerindeki etkilerini bizzat anlamak ve bu konuda çalışanları eğitmek; bunu yönetmeye çalışmak günümüz iş dünyasının olmazsa olmazları içinde yer alıyor.  Kültürel çeşitlilik, ülkeler için, şirketler için bir zenginliktir. Fakat araştırmalar gösteriyor ki bu zenginliği yönetemediğiniz zaman çok sorun yaşanıyor. Başta iletişim zorlaşıyor, çelişkiler artabiliyor. Bu zenginlik bilinçli bir şekilde yönetilirse getirdiği avantajlar zorluklardan çok daha fazla oluyor.

Bu arada bir ayrıntı daha var: Biz kültürlerarası yönetim deyince kültürü sırf “milli” veya “etnik” kültür olarak ele almıyoruz. Farklı disiplinlerden gelen insanların kültürleri de farklı olabiliyor. Buna örnek olarak bir mühendis ve bir pazarlama uzmanının disiplinlerinden kaynaklanan farklılıkları gösterebiliriz. Bazen bu disiplin farkları iyi yönetilmediği zaman çalışma ortamını zorlaştırabiliyor. Aynı zamanda kadınlar ve erkekler arasındaki farklar da kültürlerarası farklara güzel bir örnek olarak karşımıza çıkabiliyor.

Kültürlerarası yönetim ve küresel akıl

Kültürlerarası yönetim bireyin iş hayatındaki başarısını etkiler mi? Nasıl?

Kültürlerarası yönetim bireyin iş hayatında elde edeceği başarılar açısından elbette çok önemlidir. Küresel dünyada, çalıştığınız şirket veya sahibi olduğunuz şirket “çokuluslu” bir şirket olmayabilir ancak, tedarikçilerinizin, müşterilerinizin vb. farklı kültürlerden gelme olasılıkları çok yüksek. Farklı kültürlerden gelen insanlarla daha iyi ve daha verimli çalışmak için “küresel akıl” dediğimiz kavram ön plana çıkıyor.

Özellikle çokuluslu şirketlerde ortak bir dilin ve kurum kültürünün oluşmasında kültürlerarası yönetimin etkisi var mıdır? Eğer var olduğunu düşünüyorsanız kültürlerarası yönetim bunu nasıl sağlar?

Burada yine küresel aklın önemine vurgu yapmak istiyorum. Ortak dil oluşturmak her zaman için zor bir konudur. Ortak bir dilin oluşumu yeni kültürlere açıksanız olur. Bu da yine kültürlerarası yönetim ve küresel akıl olgularını karşımıza çıkartıyor. Muhtar Kent’in de söylediği gibi “Yaptığımız işin her aşamasını tepeden tırnağa çok çok iyi bilmek zorunda değiliz ancak iş yaptığımız piyasaları ve oradaki insanları bilmek zorundayız.”

Liderlerin dünyayı birden çok açıdan görme özellikleri vardır. Eğer siz bir uluslararası şirketseniz,  Güney Amerikalı, Afrikalı çalışanlarınız olabilir. Tek tip bakış açısına göre şirketi yönetirseniz iyi takımlar kuramazsınız ve ortak dil oluşturamazsınız. İşte bu noktada kültürlerarası yönetim devreye giriyor. Yeni kültürlere açık olan, olaylara birden çok açıdan yaklaşabilen bireylerce yönetilen şirketlerde başarılı bir kültürlerarası yönetim sergilenirken, ortak bir dil de oluşturulabiliyor.

Siz de kadın bir yönetici olarak, kendi deneyimlerinizden yola çıkarak, kadınları kültürlerarası yönetimde nasıl bir noktada görüyorsunuz?

Bugün elimizde kadınların liderliği ve kadınların yönetim tarzı hakkında çok sağlam akademik bulgular bulunmuyor. Çok uzun zaman kadınların çalışması makbul görülmüyordu. Kadınların iş hayatındaki liderliği ve yöneticiliği ile ilgili elimizde sağlam bulgular yok ancak, birçok kültürde kız çocuklarına kibar olmaları, karşılarındakini dinlemeleri telkin ediliyor. Günümüz dünyasında dinleyebilmek ve empati kurabilmek çok önemli. Bunlar belirttiğim gibi kız çocuklarına verilen mesajlar. Benim kişisel görüşüm de kadınların çok kültürlü ortamlarda daha başarılı oldukları yönünde.

MBA ve Executive MBA programları kültürlerararası yönetim becerilerini ne ölçüde kazandırıyor?

Sabancı Üniversitesi’nde kültürlerarası yönetim konusuna çok önem veriyoruz. Yöneticilerin ve yönetici adaylarının uluslararası deneyim kazanmasının şart olduğuna inanıyoruz. Küresel akıl da ancak bu şekilde gelişiyor.

Sabancı Üniversitesi Yönetim Bilimleri Fakültesi olarak EMBA katılımcılarımızı iki haftalığına dünyanın önde gelen yönetim bilimleri okullarından MIT Sloan School of Management’a götürüyoruz. Öğrencilerimiz burada iki hafta boyunca yoğun bir “Liderlik ve İnovasyon” programına katılıyor. Katılımcılarımız burada MIT Sloan School of  Management’ın en iyi öğretim üyelerinden ders alma fırsatını yakalıyorlar.

Bu programın yanı sıra, Sabancı Üniversitesi’nde şu an benim başını çektiğim EMBA Consortium for Global Business Innovation programımız var. Program kapsamında sekiz ülkede dokuz ortak üniversite olarak oluşturduğumuz bir program var. Sınıf bu ülkelerden gelen katılımcılardan oluşuyor. Böylelikle katılımcılar farklı kültürleri tanıma şansını yakalıyor.

MBA Programımıza gelince sınıfta yabancı öğrenci bulunmasına özellikle dikkat ediyoruz. Keza bu yıl MBA sınıfımızda 25-30 yabancı uyruklu öğrencimiz var. Birçok dersimiz proje bazlı olduğu için öğrencilerimiz ekipler halinde birlikte projeler hazırlıyor. Proje gruplarında farklı kültürlerden gelmenin zorluklarını yaşıyorlar, bu zorlukları aşmayı öğreniyorlar. Böylelikle kültürlerarası yönetim becerileri ve küresel akılları gelişiyor. Bir öğretim üyesi olarak ben ne kadar kültürlerarası yönetim konusunu anlatsam da çok kültürlü bir ortam sağlamamız, bunu bizzat yaşamaları daha iyi öğrenmelerini sağlıyor.

“Türkiye kadın insan kaynaklarını kullanamıyor… Kadınlar kendilerine yatırım yapmalılar”

Kadınların iş hayatına katılımını nasıl değerlendiriyorsunuz? Kadınların üst yönetime ulaşmaları konusunda önlerinde engeller olduğunu düşünüyor musunuz? Bu engeller nasıl aşılır?

Türkiye bu konuda tam bir tezatlar ülkesi diyebilirim. Bir yandan bankacılık, yükseköğretim gibi bazı sektörlerde kadın çalışan oranı yadsınamayacak kadar iyiyken genele baktığımızda kadınların iş gücüne katılım oranı ancak yüzde 30’larda kalıyor. Avrupa’da bu oran bizim iki katımız kadar. Yani kadın insan kaynaklarını kullanamıyoruz. Gelişen bir ülke için olmaması gereken bir lüks. Ekonomik kalkınmada istediğimiz hedeflere ulaşabilmemiz için kadınlarımız mutlaka iş hayatına girebilmeli. Bunun için de bir eğitim seferberliği şart. Eğitim düzeyi arttıkça iş hayatına katılım da artıyor. Bu noktada başta devlet olmak üzere birçok kişi ve kuruma sorumluluk düşüyor. Devletin bazı yaptırımlar uygulaması gerekiyor. İş yerleri doğum izinleri konusunda daha esnek olmalı ve kreş imkanı sunulmalı. Ders kitaplarında da kadının temsili değişmeli.

Ama kanımca kadınların çalışma hayatına katılımı ile ilgili ilk engel kendi ailelerimizden geliyor. Birçok kız çocuğunun aklına büyüyünce tek işinin ev hanımı ve anne olacağı mesajı yerleştiriliyor. Yani kız çocuklarının kafalarına engel yerleştiriliyor, okul kitaplarımız, ailelerimiz, siyasetçilerimiz bu mesajı destekliyorlar.  Benim en büyük şansım, biz çocukken rahmetli erkek kardeşime sorulduğu gibi bana da “Büyüyünce ne olacaksın?” diye sorulması oldu. Bu soru bana, benim büyüyünce iş sahibi olmamın beklendiği mesajını çok güçlü bir şekilde vermişti.

Çocuk yetiştirmek kadınların önünde çok büyük bir engel olarak algılanıyor. Halbuki son araştırmalar gösteriyor ki erkekler de ev işleri ve çocuk bakımını üstlendiklerinde hem evlilikler daha mutlu oluyor ve hem de çocuklar daha sağlıklı büyüyor.

Kanada’nın yeni başbakanının kabinesinin neden yüzde 50’sinin kadınlardan oluştuğuna dair gelen bir soruya cevaben yaptığı bir açıklaması var: “Çünkü yıl 2015” demişti. Benim görüşüm, aynı şekilde, üst düzey yönetimlerinde yüzde 50 oranında kadın olmayan şirketler bunu derhal değiştirmek için aksiyon planı yapmalı.

İş hayatına katılımda kadınlara da büyük rol düşüyor. EMBA sınıfındaki kadın oranını yeterli bulmuyorum. EMBA Direktörü olarak benim kişisel hedefim kadın katılımcı oranını artırmak. Şirketlerden bu konuda daha fazla destek isteyeceğiz. Ayrıca kadınlar kendilerine yatırım yapmalılar. Bugünkü bilgi toplumunda bilgi edinmek ve network oluşturmak çok önemli. EMBA programına katılmak bunları sağlarken, aynı zamanda Ben kariyerimde yükselmek istiyorum, daha yüksek bir yere gelmek istiyorum” mesajını da kuvvetli bir şekilde yöneticilerine veriyorlar.

Prof. Dr. Nakiye Boyacıgiller kimdir?

Uluslararası yönetim konularında uzman olan Prof. Dr. Nakiye Boyacıgiller, Sabancı Üniversitesi Yönetim Bilimleri Fakültesi’nin eski dekanıdır.

Prof. Dr. Nakiye Boyacıgiller Türkiye, ABD ve Fransa’da eğitim gördü. Lisans eğitimini Boğaziçi Üniversitesi’nde tamamlayan Prof. Dr. Nakiye Boyacıgiller, yükseklisans eğitimini Anderson School at the University of California’da aldı. Ardından Haas School of Business, University of California, Berkeley’den doktora derecesini aldı. Sabancı Üniversitesi’ne katılmadan önce, 17 yıl boyunca San Jose State University’de çalıştı, Anderson School at UCLA’da,  Haas School of Business, University of California, Berkeley’de, Stockholm School of Economics’te, Bilkent Üniversitesi’nde ve Boğaziçi Üniversitesi’nde ders verdi.

Ödüllü öğretim üyesi Prof. Dr. Nakiye Boyacıgiller’in çalışma alanları kültürlerarası yönetim ve organizasyonel davranış. Türk organizasyonlarının kültürel içeriği üzerine semineri hem iş dünyası hem de akademik çevreler tarafından büyük beğeni kazandı. Prof. Dr. Boyacıgiller, 2007 yılında Academy of International Business (AIB) üyeliğine seçildi.

Prof. Dr. Nakiye Boyacıgiller AIB Başkanlığı (2014 – 2015) ve Academy of Management’ın Uluslararası Yönetim Bölümü Başkanlığı (1996-1997) dahil olmak üzere iş ve akademi dünyasından organizasyonlara liderlik yaptı. AACSB’nin (The Association to Advance Collegiate Schools of Business) Direktörler Kurulu ve Avrupa Danışma Kurulu Üyeliği yaptı (2012-2014). Vienna University of Economics and Business, Bologna Business School, Cyprus International Institute of Management, KAGIDER (Women Entrepreneurs Association of Turkey), İstanbul Politikalar Merkezi Türk Filantropi Vakfı ve Değişim Liderleri Derneği’nde danışma kurulu üyeliği görevlerini yürüttü..

Prof. Dr. Nakiye Boyacıgiller’in Sabancı Üniversitesi Yönetim Bilimleri Fakültesi Dekanlığı döneminde, öğretim üyelerinin sayısı artırıldı, yeni programlar hayata geçirildi, öğrenci sayıları 10 kat yükseldi, AACSB Akreditasyonu alındı ve MIT Sloan School of Management ile stratejik işbirliği anlaşması imzalandı.

Boyacıgiller, halen Sabancı Üniversitesi Yönetim Bilimleri Fakültesi’nde ders vermekte ve Executive MBA Programı Direktörlüğünü yürütmektedir.

Röportaj: Mariam Öcal

 

gazeteSU yenilendi

Üniversitemizin dijital gazetesi gazeteSU, yenilenen tasarımı, özel içerikleri ve mobil cihazlar için pratik fonksiyonları ile sizlerle. 

gazeteSU: Bizim Gazetemiz

Gazetemiz öğrencilere, mezunlara, akademisyenlere ve çalışanlara dair kampüs haberlerini kültür sanat, bilim ve toplum üzerine özel haberler ve röportajlar ile sunmaya devam edecek.  

gazeteSU’nun tüm sayfaları hepimize açılıyor, isterseniz siz de gazeteSU yazarı olabilirsiniz! Siz de kendi yazılarınızın yayınlanmasını isterseniz, bizimle iletişime geçin: gazeteSU@sabanciuniv.edu

gazeteSU’daki yenilikler

Dinamik banner yapısı, görselleri  ve  video  izleme araçları ile desteklenen geniş haber alanı sayesinde, üniversite  gündemini gazeteSU’dan keyifle takip edebileceksiniz.

gazeteSU  tüm mobil cihazlara uyumlu yapısı ile artık daha kullanıcı dostu. Akıllı cihazlarla gazeteSU’ya girdiğinizde, haberleri  sosyal medyada da, ‘whatsapp’ ile de hızlıca paylaşabilirsiniz. Daha rahat okunan ve paylaşma imkanı sunan gazeteSU’yu keşfettikçe, birçok sürprizle karşılacak okumaktan çok daha fazla keyif alacaksınız.

Özel haber, yazı ve yazarlamızla gazetemizi keyifle okumanızı dileriz.

gazeteSU: Bizim Gazetemiz

Abone ol