Sabancı Üniversitesi Toplumsal Duyarlılık Projeleri (TDP) IV. Ulusal Duyarlılık Konferansı’nı düzenliyor. “Birlikte HIV'den Güçlüyüz” teması ile gerçekleştirilecek konferansın moderatörlüğünü Cüneyt Özdemir yapacak. IV. Ulusal Duyarlılık Konferansı’nı canlı izlemek için lütfen tıklayın.
12 Kasım Salı günü Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi The Seed’de yapılacak konferansın detaylı programı içintıklayınız.
Sabancı Üniversitesi İstanbul Politikalar Merkezi (İPM), üç yeni kitabın tanıtıldığı“Türkiye’de ve Dünyada Demokratik Yönetişim Krizi”başlıklı panele ev sahipliği yaptı.
Konuşmacılar soldan: Andrew O’Donohue, Senem Aydın-Düzgit, Cana Tülüş Türk, Ayşe Köse Badur, Fuat Keyman, Evren Balta
Üç yeni kitabın tanıtıldığı paneldeki konuşmalarda, siyasal ve sosyal kutuplaşma Kürt Sorununa odaklanıldı.
IPM’den Cana Tülüş Türk’ün moderatörlüğünde gerçekleşen panelde şu kitaplar tanıtıldı:
- Evren Balta’nın kaleme aldığı Tedirginlik Çağı - Şiddet, Aidiyet ve Siyaset Üzerine
- Senem Aydın-Düzgit’in “İslamcı-Seküler Ayrımı ve Türkiye’nin Şiddetli Kutuplaşmaya Düşüşü” başlıklı kitap bölümüyle katkıda bulunduğu ve Andrew O’Donohue’nin Thomas Carothers ile birlikte editörlüğünü yaptığı Bölünmüş Demokrasiler: Küresel bir Sorun Olarak Siyasi Kutuplaşma
- Fuat Keyman ve Ayşe Köse Badur’un yazdığı Kürt Sorunu: Yerel Dinamikler ve Çatışma
Siyasetle birlikte Türk toplumu da kutuplaştı
Birçok farklı uluslararası endekse göre Türkiye’nin şu anda dünyanın en fazla kutuplaşmış ülkelerinden biri olduğunun ifade edildiği panelde, Senem Aydın-Düzgit, konuşmasında şunları söyledi:
“Siyasi liderler arasındaki ideolojik politika temelli ayrışmalar olduğu gibi toplumun da hem ideolojik hem sosyal mesafe olarak kutuplaştığını görüyoruz. Türkiye’de kutuplaşmanın artması özellikle 1990’ların sonu ve 2000’lerin başı itibariyle ve 2007’den itibaren gittikçe artan bir şekilde görmeye başladık. Halkın %62’si ülkenin derinlemesine kutuplaştığını düşünüyor. Kutuplaşmanın yüksek oranda devam etmesi toplumdaki kişisel ilişkileri de etkiliyor. %74’ü diğer partiye oy verenle iş yapmak istemiyor, %79’u diğer grupla evlenmek istemiyor, %70’i ise komşu olmak istemiyor. Ancak diğer taraftan, partizan bağlamdan çıkartıldığında sosyal mesafenin düştüğünü görüyoruz. %76 farklı bir etnik grupla komşu olabiliyor ya da %67 çocuğunun arkadaş olmasına ses çıkarmıyor. Diğer taraftan kutuplaşma yargıya güveni azaltıyor. Türkiye’de yargıya güven 2007’de %67 iken 2016’da %4’ e düşüyor. Bu ise OECD ortalamasının %10 altına tekabül ediyor. Yerel seçimler halkın gittikçe artan kutuplaştırıcı politika ve söylemlerden artan rahatsızlığını gösterdi.”
Toplumun huzuru için yerel yönetimle birlikte kent yönetiminin güçlendirilmesi şart
Son 5 yıldır Kürt sorununun değişen parametrelere sahip olduğunun altını çizen Fuat Keyman da konuşmasında şu konulara dikkat çekti:
“Tarihsel, dönemsel ve siyasal parametreler belirleyicidir. Son 5 yılda olan gelişmeler Kürt sorununun bölgesel ve küresel bir sorun olmaya başladığını gösteriyor. İçeriden dışarıya doğru değil dışarıdan içeriye doğru bir belirleyicilik var. Kürt sorunu giderek kentleşiyor. Kent şiddet ve kutuplaşmanın ana mekânı haline geliyor. Kürt sorunu orta sınıflaşıyor. Kent Belediyelerine atanan kayyumlar da kutuplaşmayı yaratıyor. Halk içinde ise barış kavramından normalleşmeye geçme isteği var. Kimlik temelli yaklaşımdan vatandaşlık temelli, eşitlik, refah ve çocukları ile kendilerinin yarınlarına güvenle bakma arzusu öne çıkıyor. Toplumun huzuru için yerel yönetimle birlikte kent yönetiminin çok daha güçlendirilmesi gerekiyor.”
7 Haziran ve 15 Temmuz eklenmeleri Kürt sorununu derinleştirdiğini ifade eden Ayşe Köse Badur ise “Diyarbakır, Van, Mardin, Tunceli ve Bingöl’de saha araştırmalarını da kapsayan birden fazla araştırmanın sonunda ortaya çıkan kitapta daha 2013-2015 yıllaır arasında yaşanan iki senelik çatışmasızlık sürecinin özlemle hatırlandığı ve artık gündelik yaşamın normalleşme ihtiyacının oldukça yüksek olduğu görüldü. 2015’yılında yenidne başlayan çatışma sürecinden bu yana yaşanan olumsuz gelişmeler neticesinde ekonomi siyasallaşmış, bölgeden beyin ve sermaye göçü artmış, sivil toplum alanı faaliyetlerini durdurma noktasına gelmiş ve özellikle belediye ve STK’lar kanalıyla kadınlara yönelik olarak gerçekleştirilen olumlu çalışma ve etkinlikler neredeyse ortadan kalkmıştır. Fişlenme korkusu da halk arasında yaygınlaşmıştır. Gündelik yaşam tedirginlik içinde geçmekte, bölgede umutsuzluk artmaktadır. Özellikle potansiyel suçlu olarak görülecek denli bir ötekileştirme ve kutuplaşmanın topluma hakim olması her katmandan bireyi olumsuz olarak etkilemektedir. Örneğin bu durum gençlerin dahi okumak için büyük kentler yerine bölgedeki üniversiteleri tercih etme eğilimi göstermesine sebep olmaktadır. Bölgede umut ilkesine bağlı olarak halk gündelik yaşamın en kısa sürede normalleşmesi ihtiyacını duymaktadır” dedi.
Tedirginlik Çağı – Şiddet, Aidiyet ve Siyaset Üzerine Evren Balta
Bildiğimiz dünyanın köklü bir dönüşüm geçirdiği günümüzde Türkiye toplumu da bir bilinmeze sürükleniyor. Evren Balta, oldukça hızlı seyretmekte olan dönüşümün kültürel, siyasal ve iktisadi boyutlarını tartıştığı bu kitabında belirsizlik yaratan güvensizlik ve tedirginlik hissinin akisleri üstüne düşünürken kurumlar, koşullar ve siyasal eğilimler arasında güçlü bağlar kuruyor. “Korku ve güvencesizliğin dönüşümü şiddet ve siyasetin dönüşümü ile nasıl ilişkilendirilebilir?”, “Farklı kaynaklara sahip topluluklar korku ve güvensizliğe nasıl yanıt veriyorlar?” “Elindekileri kaybetme korkusuyla yaşayanlar hangi tür baş etme biçimleri kullanıyorlar?”, “Bireyselleşen bir dünyada aidiyet biçimleri nasıl dönüşüyor?” gibi temel sorulara yanıt arayan Balta, toplumsal belirsizlik ve güvencesizliğin bireysel yaşamları derinden etkilediğini ortaya koyuyor. “Yaşadığımız her tür talihsizliğin kendi başarısızlığımızdan kaynaklandığına inanan, yoksulluğumuzun ya da yoksunluğumuzun temel sebebinin ‘içindeki beni’ yeterince ortaya çıkarmamaktan kaynaklı olduğuna emin, en çok satan kitapların hep kişisel gelişim kitapları olduğu bir ‘kendi kendine yardım’ toplumu bu. ‘Kendine yardım etmeyene kimse yardım etmez’ söyleminin ‘kendine yardım etsen de sana yardım etmem’ söylemine dönüştüğü bir toplum. Böylesi bir toplumda bugün yüz yüze olduğumuz en önemli meselelerden birisi hem toplumsal hem de bireysel olarak belirsizlik ve güvencesizlikle baş etme kabiliyetimizdeki büyük krizdir.”
Bölünmüş Demokrasiler: Küresel bir Sorun Olarak Siyasi Kutuplaşma Thomas Carothers, Andrew O’Donohue
Siyasal kutuplaşma günümüzde Türkiye’nin yanı sıra Brezilya’dan Hindistan’a, Polonya ve ABD’ye kadar tüm dünyada demokrasiye karşı bir tehdit oluşturmaktadır. Kutuplaşma nasıl aynı anda dünyanın pek çok yerinde bu kadar tehlikeli bir düzeye erişti? Kutuplaşmanın temel sebepleri ve itici güçleri her yerde benzer midir yoksa ayırt edici önemli farklar bulunmakta mı? Derinden bölünmüş demokrasiler tekrardan kısıtlı da olsa politik uzlaşıyı nasıl sağlayabilir? Kitap, bu soruları önde gelen ülke uzmanları tarafından hazırlanmış ve dünyanın her bölgesini kapsayan ayrıntılı vaka çalışmaları ile ele alıyor. Kitap, ihtilafçı siyasi liderler, çatışmacı muhalefet stratejileri ve bazı siyasi kurumlar gibi kutuplaşmanın ana itici güçlerini vurguluyor ve kutuplaşmayı kontrol altında tutabilecek en önemli faktörleri tartışıyor. Kitap ayrıca vaka analizlerinden hareketle kutuplaşmaya karşı koymak için kurumsal reformlardan siyasal liderliğe kadar birçok olası yolu inceliyor.
Kürt Sorunu: Yerel Dinamikler ve Çatışma Çözümü Fuat Keyman, Ayşe Köse Badur
“Türkiye siyasetinde ve kamusal tartışma alanında dış politikadan iç siyasete, ekonomiden çevre sorunlarına, kutuplaşmadan ötekileştirme süreçlerine kadar uzanan geniş bir yelpazede yaşanan; tüm gelişmeleri yatay olarak kesen ya da bu gelişmelerin ortak paydalarından biri olan “Kürt sorunu”na karşı ilginin hem yurt içinde hem de yurt dışında yeniden canlandığını gözlemliyoruz. Aynı zamanda, çatışma çözümü alanında son dönemde yapılan çalışmalara baktığımız zaman, bu çalışmalar içinde kentleşme, kent mekânının yönetimi ve yerel dinamiklere artan biçimde ilgi gösterildiğini görüyoruz. Buna karşın, Türkiye’de, çatışma çözümü alanında yapılan çalışmalarda bu tür bir ilginin hâlâ yeterince gelişmediği gerçeğiyle de karşı karşıyayız. Bu nedenle Türkiye örneğinde Kürt sorununu yerel dinamikler-çatışma çözümü ilişkisi içinde değerlendirmenin gerekli olduğu düşüncesinden hareketle elinizdeki kitap çalışmamızı gerçekleştirdik.
Bu kapsamda Diyarbakır, Van, Mardin, Tunceli ve Bingöl’de kentleşme ve çatışma çözümü süreçlerine bakarak Kürt sorununun çözümlenmesine ve çözümüne küçük bir katkı yapmak istiyoruz. Bu kentler, kendi özgünlükleri içinde Kürt sorunu tartışmasının kilit kentleridir. Birbirlerinden farklılık göstermekte ve kendi özgünlüklerini dile getirmekteler, ama aynı zamanda aralarında ortak payda oluşturacak benzer yorumları ve önerileri de ortaya koymaktadırlar. Kentlerin öykülerini dinlemek bize önemli ipuçları verecektir. Kürt sorununun “kentleşmesi” kadar, özellikle son sekiz yıldır yaşanan Suriye meselesiyle “bölgeselleşmesi” sürecini de yaşamaktayız. Bu nedenle Kürt sorununu bölgeselleşme-kentleşme ekseninde yeniden düşünmek ve tartışmak gerektiğine inanıyoruz. Bu tartışmanın şüphesiz ki akademik, kuramsal ve kamusal alanlarda gerçekleştirilmesi lazımdır ancak bununla birlikte, alan ve kamuoyu araştırmaları aracılığıyla yerel aktörlerin ve vatandaşlarımızın sesini duyurmak da eşit derecede önemli ve değerlidir. Bu kitap çalışmamızı, ikisinin harmanlanmasına dayalı bir yöntem izleyerek yaptık.”
Sabancı Üniversitesi Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları Mükemmeliyet Merkezi (SU Gender) tarafından yürütülen Avrupa Birliği GEARING-Roles (Araştırma Kurumlarında Toplumsal Cinsiyet Rollerini Dönüştürmek için Cinsiyet Eşitliği Eylemleri) projesi kapsamında, iki oturum halinde Katılımcı Toplumsal Cinsiyet Atölyeleri düzenlendi.
Avrupa’dan 10 farklı akademik ve akademi dışı partnerin 6 adet Cinsiyet Eşitliği Planı (CEP) tasarlayıp uygulayacağı ve değerlendirileceği çok disiplinli ve çok ortaklı bir konsorsiyum olan GEARING-Roles’da, CEP’lerden birisi özel olarak Sabancı Üniversitesi için geliştirilecek ve uygulamaya koyulacak. Sabancı Üniversitesi proje ekibi Ayşe Gül Altınay, Zeynep Gülru Göker ve İlayda Ece Ova’dan oluşuyor.
Zeynep Gülru Göker ve İlayda Ece Ova’nın kolaylaştırıcılığında gerçekleştirilen ilk Katılımcı Toplumsal Cinsiyet Atölyesi, Sabancı Üniversitesi’nde kurumsal değerlendirme çalışması için toplanan nitel ve nicel verilere dair iç görü edinmek, program ve birim bazlı farklılıklara dair bilgi boşluklarını kapatmak ve kurumsal ihtiyaçlara dair ve üniversitede cinsiyet eşitliğini geliştirmek için atılabilecek olası adımları daha derin düşünmek amacını taşıyordu. Yapılan kurumsal değerlendirmenin kısa bir sunumundan sonra katılımcılar küçük gruplar halinde çalışarak farklı programlardaki kadın öğrenci ve öğretim üyesi sayıları, iş-yaşam dengesi ve akademik ve idari kadrolarda kariyer gelişimine dair konuları tartıştılar.
İkinci grup çalışmasında ise katılımcılar cinsiyet eşitliğinin gelişimi için somut önerilerini paylaştılar. İkinci Katılımcı Toplumsal Cinsiyet Atölyesi’nde ise cinsel tacizin önlenmesi ve ele alınması, cinsiyetçi ve homofobik/transfobik iletişim, mobbing, zorbalık ve cinsiyet temelli şiddet üzerine var olan ve kurulabilecek mekanizmalar üzerine beraber düşünmek hedeflendi. Katılımcılar bu çalışmada da gruplar halinde kurgu senaryolar üzerine tartışma yürüttüler ve cinsiyet eşitliğini teşvik etmek için var olan ve geliştirilebilecek mekanizmalar üzerine yoğunlaştılar. Sabancı Üniversitesi’nde ilerleyen aylarda Katılımcı Toplumsal Cinsiyet Atölyeleri’nin devam ettirilmesi ve CEP taslağının yılsonunda geliştirilmesi planlanıyor.
GEARING-Roles projesi kadınların işe alımı ve yükselmesinin önündeki engellerin kaldırılması, kişisel kariyer gelişimi planları hazırlanması, temsil ve karar alma süreçlerinde toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanması, araştırma kurumlarında kadınların liderliğinin teşvik edilmesi, araştırma ve müfredatta toplumsal cinsiyet boyutunun güçlendirilmesi, toplumsal cinsiyet eşitliğinin araştırma kurumlarında teşvik edilmesi ve uzun vadede toplumsal cinsiyet eşitliğini geliştiren kurumlar arasında sürdürülebilir ağlar kurulması hedeflerini taşıyor. Daha fazla bilgi için projenin web sitesini inceleyebilirsiniz.
İstanbul Politikalar Merkezi ve Raoul Wallenberg Enstitüsü - Lund Üniversitesi iş birliğiyle başlayan Gelecek Hakkı Programı’nın “Gelecek Hakkı Konferansı: Hak Temelli İklim Eylemi” başlıklı açılış etkinliği Sabancı Üniversitesi Minerva Han’da gerçekleşti.
İstanbul Politikalar Merkezi ve Raoul Wallenberg Enstitüsü - Lund Üniversitesi iş birliğiyle başlayan Gelecek Hakkı Programı’nın “Gelecek Hakkı Konferansı: Hak Temelli İklim Eylemi” başlıklı açılış etkinliği 31 Ekim’de Sabancı Üniversitesi Minerva Han’da gerçekleşti.
Gelecek Hakkı Programı, İstanbul Politikalar Merkezi ve Raoul Wallenberg Enstitüsü iş birliğiyle iklim eyleminin hak temelli bir zeminde tartışılmasını sağlamak, bu amaçla yapılan çalışmaları desteklemek ve iklim eyleminde insan ve doğa hakları söylemini güçlendirmek amacıyla kuruldu.
Etkinliğin açış konuşmasını yapan Raoul Wallenberg Enstitüsü Türkiye Program Baş Danışmanı İlhami Alkan Olsson, enstitünün göç, toplum, ekonomi-küreselleşme ve adalete erişim konularında, on seneden fazla bir süredir Türkiye’de de çalışmalarını sürdürdüğünü ve bu konularda akademik kapasiteyi geliştirmeyi araştırma ve eğitim yöntemleriyle sağladığını belirtti. Olsson, “Yeni çalışma konuları arasında insan hakları ve kent ilişkileri, insan hakları ve günlük hayat pratikleri ve yerel yönetimler vardır. Hak temelli bir kentleşme ve belediyecilik anlayışı için İstanbul’da yedi farklı belediye ile çalışmalarını da sürdürmektedir. Engelli, yaşlı, kadın, mülteci ve çocuk gruplar odaklı bu çalışmaların amacı, kapsayıcı bir kent oluşturmaktır. Bu belediyeler birliği ile insan hakları temelli belediyeciliğin ilk adımı atılmıştır” dedi.
Açılışta konuşan İstanbul Politikalar Merkezi Kıdemli Uzmanı ve Araştırma ve Akademik İlişkiler Koordinatörü Senem Aydın Düzgit de, İPM’nin çalışma alanları olan dış politika analizi çalışmaları, iklim çalışmaları, çatışma çözümü ve kentleşme çalışmalarından bahsetti.
Doğmuş ve doğmamış çocuklarımızın haklarını gasp ediyoruz
Program tanıtımı ise İstanbul Politikalar Merkezi Kıdemli Uzmanı ve İklim Değişikliği Çalışmaları Koordinatörü Ümit Şahin ve Raoul Wallenberg Enstitüsü Araştırmacısı ve Program Danışmanı Aysel Madra tarafından yapıldı.
Ümit Şahin, konuşmasında iklim sorununun sadece şimdiki kuşaklarla değil, gelecek kuşaklarla ilgili de çok büyük bir problem oluştuğunu belirterek, “Tüm kuşaklar için insan hakları ve demokrasi temelli bir yaklaşım ve politika benimsenmesi gerekiyor. Enerji dönüşümü için uğraşmak gerekiyor. İklim adaletinin hak temelli bir yaklaşımın büyük parçasıdır” dedi.
Madra ise Raoul Wallenberg Enstitüsü’nün amacının sadece iklim eyleminde insan ve doğa söylemini güçlendirmek ve hak temelli bir tartışma alanı oluşturmakla kalmadığını bu çalışmaları ve genç akademisyenleri desteklemek, çeviri çalışmalarına devam etmek ve literatüre katkı sağlamak olduğunu belirterek, şöyle konuştu:
“Son bir senede Türkiye’de hem lisans hem de yüksek lisans seviyesinde derslerde okutulan çevirileri BM insan hakları ile ilgili on temel mesaj ve insan haklarının iklim değişikliğine uygulanması metinleri önemlidir. 2020’de de çalışmalarımıza devam edeceğiz.”
Demokrasi ve katılım hakkı olmadan iklim krizi çözülemez
Toplantının ana konuşması, Raoul Wallenberg Enstitüsü - Lund Üniversitesi’nden Matthew Scott tarafından “Değişen bir iklimde felaketlerle ve yer değiştirmeye hak temelli bir yaklaşım” başlığı altında gerçekleşti. Scott konuşmasında, daha verimli ve sürdürülebilir iklim politikalarından bahsederek “Politikaların devlet kurumlarının şeffaflığı ve desteği olmadan sağlanması zor. Devlet aktörlerinin planlarını ve çalışmalarını halka açmaları gerekiyor. İnsan hakları ve ayrımcılık karşıtlığı iklim meselesinde de çok büyük önem teşkil ediyor. Eğer bu iki ilke sağlanamazsa projeler başarısız olmaya mahkum” dedi.
Giderek büyüyen iklim krizinin, gelecek kuşakların yaşam hakkının ellerinden alınması başta olmak üzere büyük insan hakları ihlallerine neden olduğunun vurgulandığı toplantıda deniz seviyelerinin yükselmesi, fırtına ve seller, kuraklık, orman yangınları ve diğer iklim felaketlerinin insanların yaşadıkları coğrafyaları, geçim kaynaklarını ve kültürlerini doğrudan tehdit ettiği belirtildi. Yerli topluluklar, kadınlar, çocuklar, yoksul halklar ve dezavantajlı grupların iklim değişikliğinin olumsuz etkilerine karşı daha da korunmasız durumda olduğunu vurgulayan Scott, şunları söyledi:
“İklim felaketleri kısa ve uzun vadede ekosistemleri tahrip ederek tüm canlıların yaşama ortamlarını ortadan kaldırıyor. Demokrasi ve katılım hakkı, iklim krizinin alt edilmesi ve gerekli dönüşümün başlaması için olmazsa olmazların başında geliyor. Son zamanlarda çocukların başlattığı iklim eylemleri gelecek kuşakların kendi kaderini kendi ellerine alması yönünde hayati bir dönüşümün başlangıcı olarak görülebilir.”
İstanbul Üniversitesi öğretim üyesi Seda Yurtcanlı ise “bir insan hakları sorunu olarak iklim değişikliği” başlıklı konuşmasında, iklim sorunun insan hakları boyutuna dikkat çekti. İklimle alakalı hiçbir politikanın, insan haklarını dikkate ve merkeze almadan gerçekleştirilemeyeceğini vurgulayan Yurtcanlı, “Bu mücadele bireysel değil, kolektif bir haktır ve sadece doğrudan değil dolaylı etkileri vardır. Ana aktörün devlet olduğu bu konuda, maddi yükümlülükler ve iş birliği sorumluluğunu yerine getiren bir devlet, hak arama yolunu sağlar ve iklim mücadelesini sağlamlaştırır. Ayrıca Türkiye, küresel iklim krizine azımsanamayacak katkılar sağlayan bir ülkedir” dedi.
Esas mesele: Enerji tüketimini azaltmak
Moderatörlüğünü Ümit Şahin’in yaptığı, Lund Üniversitesi Çevre ve İklim Çalışmaları Merkezi Kıdemli Araştırmacısı Johanna Alkan Olsson, Birleşmiş Milletler Gıda Hakkı Raportörü Hilal Elver ve Açık Radyo’dan İklim Aktivisti Ömer Madra’nın katılım sağladığı panelde ise ana konu, iklim sorununun ne kadar acil ve bir an önce gelişim ve değişim talep eden bir konu olmasıydı. Bu konuda beklemek yerine, değişim talep etmenin önemini vurguladılar ve uluslararası hukuk çalışmalarında da günden güne önem kazanan iklim krizi konusu için çabalıyor olacaklarını belirttiler.
İklim meselesinin Yerel yönetimlerin uygulama politikaları içinde sadece çevre konusu gibi dar bir alana sıkıştırılmasının haksızlık olduğunu ve bütün belediye hizmet alanlarında geçerli olan bir anayasa gibi uygulanması gerektiğini vurgulayan Şahin, “Siyasi irade olmadan iklim konusunda ilerleme kaydedilemez ve en önemlisi de hükümetlerin şirketler tarafından yönetilmesini engellemek gerekir” dedi.
İklim değişikliğine ilişkin geliştirilecek en öncelikli önlemin enerji tüketimini azaltmak olduğunu ifade eden Elver, şöyle konuştu:
“En büyük eşitsizliği gelişmiş ülkeler yaratıyor. Dünyanın en zengin 26 kişisinin servetinin en fakir 50 ülkenin servetine eşit olduğunu hesaba katarsak enerji sarfiyatını inanılmaz artıran unsurların havuzlu evler, kişi başına üç araba tüketimi olduğunu ve enerji tüketiminde bir sınırlama olmaz ise bu belirsizlik ve eşitsizlik devam edecek.”
Aynı fikri “Bedava enerji yoktur” sözleriyle destekleyen Olsson, “Sadece tek bir sonuç yoktur. Yiyecek ve enerji arasında bağlantı vardır ve kolay bir çözüm yolu bulmak kolay değildir ancak kesin olan şudur ki enerji tüketimimizi azaltmak zorundayız” dedi.
Sabancı Üniversitesi Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları Mükemmeliyet Merkezi’nin (SU Gender) Sabancı Vakfı desteğiyle yürüttüğü Mor Sertifika Programı kapsamında Sivil Toplum Kuruluşları (STK) için Toplumsal Cinsiyet Farkındalık Eğitimi düzenlendi. 4 günlük programa Eskişehir, Gaziantep, İstanbul, İzmir, Mardin, Mersin, Tunceli, Zonguldak ve Adana’dan 20 STK katıldı.
Sabancı Üniversitesi Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları Mükemmeliyet Merkezi (SU Gender) tarafından, Sabancı Vakfı desteğiyle yürüttüğü Mor Sertifika Programı kapsamında, 24-27 Ekim 2019 tarihlerinde Sivil Toplum Kuruluşları için Toplumsal Cinsiyet Farkındalık Eğitimi’ne ev sahipliği yaptı. Eskişehir, Gaziantep, İstanbul, İzmir, Mardin, Mersin, Tunceli, Zonguldak ve Adana illerinden 20 katılımcı ile gerçekleştirilen programa 20 Sivil Toplum Kuruluşu (STK) katıldı.
Sivil toplum temsilcilerini toplumsal cinsiyet temel kavramları ile tanıştırmayı, bu alandaki akademisyen ve uzmanlarla buluşturmayı ve toplumsal cinsiyet eksenli çalışmalara dair bilgi kazandırmayı amaçlayan programda “Ayrımcılık”, “Siyaset ve Temsil”, “Toplumsal Cinsiyetin Temel Kavramları”, “Siyaset”, “Hukuk”, “Kadın Hareketi”, “LGBTİ+ Hareketi” “Cinsiyete Dayalı Ayrımcılık”, “Toplumsal Cinsiyet ve Göç”, ve “Şiddet” başlıkları altında sunum ve atölyeler gerçekleşti.
Ayrıca program kapsamında, gençlerin gözünden şehrin gizli kalmış, unutulmuş hikayelerine odaklanılan ve İstanbul’un toplumsal cinsiyet katmanlarını keşfe çıkaran Cins Adımlar Kadıköy yürüyüşü yapıldı.
İPM Doğa ve İklim Söyleşileri, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi ve Toprak Etiği Uygulama ve Araştırma Merkezi Kurucu Müdürü Prof. Dr. Ufuk Özdağ ile devam etti:
TAHRİP OLMUŞ ALANLARDA TOPLUMUN İŞBİRLİĞİYLE EKOLOJİK RESTORASYON BAŞLATMALIYIZ
Sabancı Üniversitesi İstanbul Politikalar Merkezi’nin (İPM) düzenlediği Doğa ve İklim Söyleşileri’nin beşinci konuşmacısı Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi ve Toprak Etiği Uygulama ve Araştırma Merkezi Kurucu Müdürü Prof. Dr. Ufuk Özdağ oldu. "İklim Krizi Çağında Toprak Etiği ve Ekolojik Vatandaşlık" başlıklı söyleşide konuşan Prof. Dr. Özdağ, “Geleceğin ekolojik çağı için her vatandaş, doğanın korunması ve bozulmuş alanların restorasyonu için sorumluluk üstlenmelidir” dedi.
Sabancı Üniversitesi İstanbul Politikalar Merkezi’nin (İPM) doğa koruma ve iklim değişikliği alanında çalışan araştırmacı, akademisyen ve sivil toplum gönüllülerini buluşturan Doğa ve İklim Söyleşileri’nin beşincisi "İklim Krizi Çağında Toprak Etiği ve Ekolojik Vatandaşlık" başlığı altında gerçekleşti. Çevre ve iklim alanlarını çok disiplinli bir anlayışla bir araya getirmek amacıyla başlatılan Doğa ve İklim Söyleşileri’nin bu ayki konuşmacısı, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi ve Toprak Etiği Uygulama ve Araştırma Merkezi Kurucu Müdürü Prof. Dr. Ufuk Özdağ oldu.
Prof. Dr. Özdağ, konuşmasında, modern çevre hareketinin öncülerinden Aldo Leopold’un tüm yaşama saygı öngören toprak etiği düşüncesinin ABD’de yabanıl alanların korunmasından yaban hayat yönetimine, açık arazide doğa eğitimlerinden toplumun iş birliğiyle bozulmuş arazilerin, havzalarının restorasyonuna kadar çeşitli uygulama alanları olduğundan yola çıkarak, ekosistem sağlığına odaklanmış toplum destekli ekolojik restorasyon faaliyetlerinden örnekler verdi.
Ekolojik vatandaşlıkla ilgili olarak ise ekoloji çağı bağlamında tabandan yükselen hareketlerin ve bu hareketlere katılımların önemini vurgulayan Prof. Dr. Özdağ, “Toprak etiği düşüncesini ülkemizde yaygınlaştırmak için çaba göstermeli, tahrip olmuş alanlarımızda toplumun işbirliğiyle ekolojik restorasyon başlatmalıyız. Bugün dünyada, doğayı korumaya odaklanmış sayısız kuruluş, hükümet organı, merkez, akademik birim, sivil toplum örgütü bulunuyor, ekolojik restorasyon üzerine yayınların sayısı artıyor, toprak etiği her geçen gün daha da önem kazanıyor. O halde, geleceğin ekolojik çağına doğru adım atılmıştır” dedi.
Milyonlarca öğrenciye çevre değerleri kazandırılmalı
Ekolojik okuryazarlığın önemine değinen Prof. Dr. Özdağ, “Gezegenimizin kritik bir döneme girdiği günümüzde, benim araştırma alanım olan “Edebiyat ve Çevre,” iklim krizine farkındalık yaratmak açısından önemlidir” diyerek, şöyle devam etti:
“Ülkemizde öncülerinden olduğum çevreci eleştiri yaklaşımı her geçen gün önem kazanmakta, doğa unsurlarıyla dolu zengin edebiyatımızı çevreci eleştiri çerçevesinden inceleyen yayınlar artmaktadır. Çevreci eleştirmenler, bilinçte bir değişim yaratma, doğanın hakları olduğu fikrini yayma, canlıların yaşam hakkı olduğunu anlatma misyonunu yerine getirmektedir. Bu önemli konunun eğitim sistemimizde yer alması son derece önemlidir. Okul çağındaki milyonlarca öğrenciye çevre değerleri kazandırılması, onlara doğanın ve tüm canlı varlıkların yaşam hakkı olduğuna dair değerler eğitiminin verilmesi gerekmektedir. Doğa yazarları doğaya ilişkin evrensel değerler yaratmışlardır. Çevre değerleri içeren eserlerin eğitim sistemimizin içinde yer alması, ekolojik müfredatın hayata geçirilmesi, geleceğin doğaya saygılı gençlerini yaratacaktır. Öğrencilere verilecek çevre değerleri eğitimiyle, öğrenciler ekolojik okur yazar olacaklar, ülkemizin her yöresinde doğanın yenilenmesine ilgi artacak, yörelerde toplum destekli ekolojik restorasyon başlayabilecektir. Bu yeni değerler sistemi sayesinde ülkeler anayasalarına doğa haklarını eklemeye başlamıştır. Örneğin Yeni Zelanda parlamentosu Wanganui Nehri’ni, “canlı varlık” olarak tanımıştır.”
Geleceğin ekolojik çağı için her vatandaş sorumludur
İstanbul Politikalar Merkezi’nden Ümit Şahin’in moderatörlüğünde gerçekleşen söyleşide Prof. Dr. Özdağ, dünya ve Türkiye örneğine değinerek, şunları söyledi:
“Gelişmiş ülkelerde hükümet organlarının ve halkın işbirliğiyle toplum destekli restorasyon çalışmaları hız kazanmış olup iklim krizine de bir çare olarak görülmektedir. Örneğin, Kuzey California’da Mattole Nehri havzasında gerçekleştirilen restorasyon çalışmaları ekosistem sağlığını geri getirmiş, 70’in üzerinde yan kolu olan Mattole Nehri’ne yerli Chinook somonunun geri dönmesi sağlanmıştır. Mattole Nehri havzası restorasyonu, ülkemizde de bütüncü bir anlayışla yeniden sağlığına kavuşturulmayı bekleyen ekosistemlere, bozulmuş yaban hayatı habitatlarına, kurutulmuş sulak alanlara örnek teşkil etmektedir. Hacettepe Üniversitesinde kurucu müdürü olduğum Toprak Etiği Uygulama ve Araştırma Merkezi, ülkemizde çeşitli yörelerde toplum iş birliğiyle ekolojik restorasyon düşüncesini yaygınlaştırmak için etkinlikler düzenlemektedir. Merkez, geleceğin ekolojik çağı için yörelerde her vatandaşın, doğanın korunması ve bozulmuş alanların restorasyonu için sorumluluk üstlenmesi gerektiğini vurgulamaktadır.”
Ufuk Özdağ Kimdir?
Hacettepe Üniversitesi’nde Amerikan Kültürü ve Edebiyatı profesörüdür. Özdağ, Edebiyat ve Toprak Etiği: Amerikan Doğa Yazınında Leopold'cu Düşünce ve Çevreci Eleştiriye Giriş: Doğa, Kültür, Edebiyat başlıklı kitapların yazarı; The Future of Ecocriticism: New Horizons ve Environmental Crisis and Human Costs başlıklı kitapların eş-editörü; doğa koruma klasiği A Sand County Almanac (Bir Kum Yöresi Almanağı)’nın çevirmenidir. Özdağ, çevreci eleştiri, doğa yazını, disiplinler arası çevreci beşeri bilimler, ve edebiyat/görsel sanatlar ilişkisi üzerine dersler vermektedir. Özdağ, kurucusu olduğu Hacettepe Üniversitesi Toprak Etiği Uygulama ve Araştırma Merkezi’nde, toprak etiği çalışmalarına öncülük yapmaktadır.
Sabancı Üniversitesi İstanbul Politikalar Merkezi Hakkında
İstanbul Politikalar Merkez (İPM) demokratikleşmeden iklim değişikliğine, transatlantik ilişkilerden çatışma analizi ve çözümüne kadar, önemli siyasal ve sosyal konularda uzmanlığa sahip, çalışmalarını küresel düzeyde sürdüren bir politika araştırma kuruluşudur. İPM araştırma çalışmalarını üç ana başlık altında yürütmektedir:
2001 yılından bu yana İPM, karar alıcılara, kanaat önderlerine ve paydaşlara uzmanlık alanına giren konularda tarafsız analiz ve yenilikçi politika önerilerinde bulunmaktadır. http://ipc.sabanciuniv.edu
#AkademisyeneSor'un yeni konuğu Mühendislik ve Doğa Bilimleri Fakültesi Öğretim Üyesi Taner Tunç oldu.
Mühendislik ve Doğa Bilimleri Fakültesi Öğretim Üyesi Taner Tunç
CE-EM-ST-ŞŞE: Merhaba, sizi akademisyen olmaya ne itti? Bu konuyla ilgili motivasyonunuz ne oldu?
TT: Aslında ilk başta akademisyen olmak istemiyordum. 10 yaşımdan beri bir konuda uzmanlığımı geliştirmeyi, bulunduğum ülke veya coğrafyaya faydalı olmayı arzu ediyordum. Okuduğum bölüm makine mühendisliği ve işin içerisinde bilimsel taraflar da var. Bu alanda uzmanlaşmak bir nevi doktora yapmaktan geçiyor. Benim uzmanlığını yaptığım alan talaşlı imalat gibi sektörler olduğu için bir şekilde sektör ve fabrikalarla da çalışmamız gerekiyor. Bu da bizim ilk aşamada kendimizi beraber çalışacağımız insanlardan çok fazla ayırmamız gerektiğini gösteriyor.
Ben kendimi bir akademisyen olarak görmekten ziyade bir konuda uzman gibi görüyorum. Temel motivasyonum da bir konuda uzman olmak ve o konuda bana danışılması. Buna kimileri ego, kimileri de topluma faydalı olmak diyor. Sonuçta dünyanın ya da ülkenin belli kritik konuları var. Bulunduğunuz coğrafyanın da belli konularda uzmanlara ihtiyacı var. Örneğin bir doktora ihtiyacınız vardır; aynı şekilde mühendislik alanında da bizim araştırmaları yürütecek, fabrikalarda çalışacak uzmanlara ihtiyaç var. Yani doktora yaptıktan sonra üniversitede çalışmaya başlamasaydım, rolüm bir fabrikada bir araştırma grubunun liderliği olabilirdi.
TT: Öncelikle girecekleri sektörlere düzgün karar vermeleri gerekiyor. Endüstri Mühendislerinin kullandığı yöntemler hep iyileştirmeye yönelik. Mesela imalat sektöründe bir endüstri mühendisi, fabrikadaki süreçleri yönlendirecek, planlayacak, iyileştirecek ve bu süreçleri anlayıp bu yöntemleri de kullanarak o fabrikaları biraz daha iyi hale getirebilecek duruma sahip. Ama mevcut duruma bakıldığında durum bunun tam tersi. Bu sebeple mekanik tarafta çalışanlarla üst kısımda çalışanlar arasında bir bilgi kopukluğu oluyor.
“Yenilikçi işler yapmaya çalışın”
Benim öğrencilere tavsiyem öncelikle çalışacakları sektörü tercih ederken iyi değerlendirme yapsınlar. Direk lisans mezunu olup iş aramaktansa bir konuda uzmanlaşmaya çalışsınlar. Ardından da alanları ile ilgili yenilikçi işler yapmaya çalışsınlar. Örneğin talaşlı imalat sektörü hakkında yüksek lisans yapılabilirler. Düşünüldüğünde makine mühendisliğine yönelik bir iş gibi gözüküyor. Aslında endüstri mühendisleri böylece süreç modellerini bilerek, bir parametre seçimi yaklaşımı yapılarak o sektörde biraz daha tezgâhlara yakın olup, daha kritik sorular sorabilirler. Bu da verimliliği daha da arttıracaktır. Bizim derslerde anlattığımız gibi dünyada mühendislik artık eş zamanlı mühendisliğe, farklı birimlerin birlikte çalıştığı düzene doğru geçiyor. Durum buyken bile bir makine mühendisi ile üst kısımda planlamacı arasında büyük bir boşluk olması aslında çok da makul gelmiyor bana.
CE-EM-ST-ŞŞE: Akademisyenlik hayatınızda yaşadığınız en komik anınız nedir?
TT: Bu dönem gerçekleşen bir anımı anlatayım. IE 402’nin ilk dersine gittim, ders FMAN amfideydi. Derse henüz kayıt olmamış bir öğrenci yanıma geldi. Bana “402 dersine mi geldin” dedi. Ben de “evet 402 dersine geldim.” dedim. Bana “derse kayıt olamadım, ders var mı? Hoca mail attı mı? ” diye sordu. Ben de “vardır herhalde” dedim ve sonra öğrencilerin oturduğu yere oturdum. Ardından biraz bekledim, ders saati geçmeye başladı. Baktılar hoca gelmiyor, sonra döndüm sınıfa ve “arkadaşlar hoca gelmeyecek galiba, ne yapsak gitsek mi acaba” dedim, şaşırdılar. Sonra da “arkadaşlar şaka yaptım size” deyip çantamı alıp kürsüye geçtim, orada konuya devam ettim. “Arkadaşlar ben bu dersi geçen dönem almıştım, A getirmiştim bugün de hoca gelemeyecek, benden rica etti anlatmamı” dedim, sonra öğrencilerin yüzü bozulmaya başladı. “burada bir şey dönüyor ama anlayamadık, sosyal deney mi acaba” şeklinde öğrenciler kendilerince sorgulamaya başladı. Sonra öğrencilere durumu anlattım.
CE-EM-ST-ŞŞE: Akademisyen olmasaydınız hangi meslekte ilerlemek isterdiniz?
TT: Makine mühendisliği üzerine devam ederdim sanırım ancak yüksek lisans yapmasaydım bir firmada unvanı güçlü olmayan bir mühendis olarak çalışırdım. Sadece çalıştığım firmalarda öğrendiğim konular üzerinden giden bir kişi olurdum. Böyle durumda belki birçok çalışmayı işin teknik ve bilimsel arka planının bilmeden yapabiliyorsunuz. Bu size bir uzmanlık kazandırıyor ama işin geri planında neler olduğu bilmiyorsunuz. Ancak yüksek lisans yaptıktan sonra daha detaylı bilgi sahibi olabiliyorsunuz. Soru, “doktora yaptığım halde akademik kariyer peşinde koşmasaydım ne yapardım?” ise, muhtemelen bir firmanın araştırma grubunda, araştırma görevlisi diye başlayıp, yine araştırma grubu liderliğine doğru gidebilirdim.
Akademisyenken de yaptığımız şeylerin çok farklı olmadığını düşünüyorum aslında. Ben şu anda da firmalara gidiyorum, onlarla birlikte projeler yapıyoruz. Aradaki fark, sorumluluğumuzun biraz daha az olması. Çünkü firmada çalışan bir mühendis için proje çıktıları sonunda mali zararlar olabiliyor ancak akademisyen tarafında yayın sayısı, ders anlatma performansı gibi kriterler var. Dolayısıyla üzerinde daha az baskı oluyor. “Şu dersten neden bu kadar kişi kalmış?”, “neden bu kadar az araştırma yaptın” gibi sorular olmuyor. Ancak bir mühendis olarak çalışıyor olsaydım günün sonunda süreçte bir problem varsa, onu çözmeden eve gidemeyecektim.
CE-EM-ST-ŞŞE: Ne tür müzikler severseniz? En sevdiğiniz grup ya da şarkıcı kimdir?
TT: Bu aslında çok geniş bir spektrum. Ortaokula başladığımda çok fazla Haluk Levent dinliyordum. Hatta Milli Eğitim Bakanlığı’nın yaptığı bir sınav oluyordu bizim zamanımızda. O sınav, 3 yazılınızdan biri yerine geçiyordu. Ben ortaokulun büyük bir kısmını Eskişehir’de geçirdim. Eskişehir’de Haluk Levent’in bir konseri vardı. Belirttiğim sınavla da arasında yarım saat veya 45 dakika bir süre vardı. Ben ilk imza gününe gittim. Koşturdum imzayı aldım. Sonrasında koşarak sınava gitmiştim.
Lisede Metallica, Megadeath, Iron Maiden gibi grupları dinlerdim, halen de çok dinliyorum. Ama zamanla pop müzik de dinlemeye başladım. Son iki üç yıldır biraz daha elektronik müziğe merak saldım. Daha önceden elektronik müzik dinlemezdim. Bir proje için 2018 yılında Romanya’ya gittim. Gittiğim şehirde de Untold isminde dünyanın en büyük elektronik müzik festivallerinden biri vardı. Başta garip gelen müzik tarzını daha sonra sevmeye başladım. Şimdi spotify listemde 200-300 parça varsa içinde elektronik veya lounge müzik yapan insanlar da var. Kısaca metal müzik ile başlayıp daha renkli bir hale döndü diyebilirim.
"Sabancı Üniversitesi’ne ne yapacağını bilerek
gelen bir öğrenci çok başarılı olabilir."
CE-EM-ST-ŞŞE: Şuan Sabancı Üniversitesi’nde bir öğrenci olsaydınız bu ortamdan nasıl faydalanırdınız?
TT: Sabancı Üniversitesi’ne ne yapacağını bilerek gelen bir öğrenci çok başarılı olabilir. Sabancı Üniversitesi’nde öğrenciler ve Teaching Assistant (TA)lar arasında iyi bir iletişim var. TA’lerden kendi kariyerinizle alakalı çok fazla feedback alabilirsiniz. Onlarla gidip konuşmanız gerekiyor ki, bu sadece soru sormak anlamında değil. Onlarla da sizden bir kaç yaş büyük ve sizle benzer süreçlerden geçmiş kişiler. Bu bakımdan kendileri ile gelecek hakkında konuşabilirsiniz.
Sabancı Üniversitesi’nde öğretim üyeleri ile öğrencilerin arasında da çok ciddi bir bariyer yok. Öğretim üyelerimizin sektör bağlantıları iyi ve konularında çok uzmanlar. Bu bakımdan sizlere sektörde neler yapıldığı hakkında bilgi verebilir, iş bağlantıları kurmanızda yardımcı olabilirler. 2-3 yıl sonra mezun olacaksanız, alanınızda ne yapmanız gerektiği hakkında onlardan fikir alabilirsiniz.
CE-EM-ST-ŞŞE:Hangi Takımı destekliyorsunuz?
TT: Desteklediğim takım aslında uzun yıllardır Beşiktaş. İyi zamanları da gördük, kötü zamanları da görüyoruz şu anda.
CE-EM-ST-ŞŞE:Son olarak peki neden sizce Sabancı Üniversitesi?
TT: Ben Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nden mezun oldum. 2. Sınıftayken düşüncem master ve doktoramı hep Ortadoğu’da tamamlamak üzerineydi. Ama buraya geldiğimde ilk Ayhan hocayla tanıştım ve gerçekten bana çok olumlu davrandı. Görüşmemizden sonra Sabancı Üniversitesi’nde bir öğretim üyesinin karşısındaki öğrenciye birey olarak davrandığı çıkarımında bulundum. Yüksek lisans veya doktora araştırması yapmak için ciddi altyapı ve motivasyon gerekiyor. Öğretim üyelerinin sizi yönlendirmesi gerekiyor. Sabancı Üniversitesi’nde master ve doktora yapmam da bu unsurların etkisi oldu.
Bunun dışında üç senelik bir yurt dışı deneyimim oldu ve ardından Sabancı Üniversitesi’ne geri geldim. O dönemde çalıştığım yerden ve maaşımdan memnundum. Türkiye’ye döneceksem de benim yapmak istediğim araştırmalara uygun altyapıya sahip bir yere geçmem gerekiyordu. Bu altyapı ve vizyon Sabancı Üniversitesi’nde vardı ve benimle ilgili olan bir fakülte pozisyonu açılınca da Sabancı Üniversitesi’ne geri döndüm. Baktığımda asla mükemmel işler yaptım, hiç kimsenin yapamadığını yaptım şeklinde düşünmüyorum. Verilen işi veya önümüzdeki probleme olabildiğince bir çözüm bulmaya çalışıyoruz.
Neden Türkiye’ye döndüğümü sorarsanız şunu söyleyebilirim. Eğer bir şeylerden yakınıyorsak, yakınmak yerine bence o konuda bir çözüm üretilmesi gerektiğini düşünüyorum ve geldikten sonra da o fırsat varsa o fırsatı tepmemek gerektiğini düşünüyorum. Benim ömrüm en fazla 80-85 yıl olacak. Varlığımdan öte ne yaptığımın önemi var. Ben işimi yaptığım sürece ve mutlu olduğum sürece coğrafyanın çok da bir önemi yok açıkçası ve bu şekilde baktığımda dönebileceğim en mantıklı üniversite Sabancı Üniversitesi’ydi. Vizyonu ve öğrenci potansiyeli iyi. O yüzden bence Sabancı Üniversitesi bir akademisyenin veya araştırma yapmak isteyecek bir insanın severek çalışma yapabileceği bir üniversite.
Mühendislik ve Doğa Bilimleri Fakültesi Öğretim Üyesi Taner Tunç hakkında detaylı bilgi edinmek için lütfen tıklayın.
#AkademisyeneSor nedir?
Öğretim üyelerimizin kendileri hakkında merak edilen soruları yanıtladığı #AkademisyeneSor Projesi Sabancı Üniversitesi Endüstri Mühendisliği 2019 mezunumuz Merve Üre ile Yönetim Bilimleri Fakültesi 2019 mezunumuz Ecem Dinçdal tarafından hayata geçirildi. #AkademisyeneSor’un yeni döneminde Bilgisayar Bilimi ve Mühendisliği Programı 3.sınıf öğrencisi Cenk Eligüzeloğlu, Endüstri Mühendisliği Programı 2.sınıf öğrencisi Eren Mutlu, Endüstri Mühendisliği Programı 4.sınıf öğrencisi Selin Tümer ve Endüstri Mühendisliği Programı 3.sınıf öğrencisi Şebnem Şevin Eraslan görev alıyor.
Akademisyene Sor, öğretim üyelerimiz ile öğrencilerin sorularını buluştururken, aynı zamanda Sabancı Üniversitesi’nin değerlerinin tanıtılmasını ve dışarıdan daha iyi anlaşılmasını amaçlıyor. #AkademisyeneSor videolarını Instagram hesabımızdan izleyebilir, öğretim üyelerimize merak ettiklerinizi sorabilirsiniz.
Sabancı Üniversitesi Mühendislik ve Doğa Bilimleri Fakültesi (MDBF) Öğretim Üyesi Prof. Dr. Berrin Yanıkoğlu’nun “Anlamsal Yüz Niteliklerini Sınıflandırma ve Sıralama” projesi, TÜBİTAK Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Projelerini Destekleme Programı (1001) kapsamında desteklenmeye hak kazandı.
Berrin Yanıkoğlu’nun söz konusu projesinin amacı, insan yüz özelliklerini ve ifadelerini otomatik olarak algılayacak bir sistem geliştirilmesi olarak belirtiliyor. Bu projede geliştirilecek sistem, bilgisayar etkileşimi ve şüpheli arama alanlarında kullanılabilecek. Projenin ana araştırma konuları böyle bir sistemin nasıl doğru, ölçeklenebilir (pekçok öznitelik için çabuk ve az emekle) ve uyarlanabilir (bir robot, yeni duyduğu bir özelliği nasıl öğrenebilir?) olacağı şeklinde ifade ediliyor.