Ana içeriğe atla

SGM'de müzik ve tiyatro dolu yeni sezon...

2005 yılından beri kampüs hayatını renklendirmek amacıyla; Ekim-Kasım-Aralık, Mart-Nisan-Mayıs aylarında düzenli etkinliklere ev sahipliği yapan SGM perdelerini 14 Ekim salı akşamı Teoman'ın sevilen parçalarından oluşan yeni albümü "Yavaş Yavaş"  konseri ile açıyor.



Ayrıca Talimane Tiyatrosu, Çolpan İlhan-Sadri Alışık Tiyatrosu, Tiyatro Kedi'nin sevilen oyunlarının yanı sıra Sabancı Üniversitesi tiyatro kulübü öğrencilerinin hazırladıkları oyun da Ekim ayında tiyatro severlerle buluşacak.


Etkinlik biletleri 30 Eylül'den itibaren tüm biletix satış kanallarında sunulmaktadır.

**Sabancı Üniversitesi mensupları  özel fiyatla sunulan biletlerini üniversite merkezindeki SGM Gişe'den kimliklerini göstererek alabilirler.

Ekim programı hakkında detaylı bilgi için tıklayınız. 

Bilgi için: 0216 483 90 000216 483 90 00 Gişe: 0216 483 36 5036 50



3D Organ Basımı Projemiz CNN Türk Yeni Ufuklar Programında

Üretim Sistemleri Mühendisliği Programı Öğretim Üyemiz Bahattin Koç’un 3D Yazıcı ile Aort Damar Dokusu Basımı projesi ile ilgili söyleşisi 4 Ekim 2014, Cumartesi günü, saat 19:25’te CNN Türk “Yeni Ufuklar” programında yayınlandı.

Bahattin Koç’un 3D Yazıcı ile Aort Damar Dokusu Basımı konusundaki araştırmalarından bahsettiği söyleşi

İlhamınızı keşfetmeye hazır mısınız?

Caffè Nero ile İlham Atölyesi’ne davetlisiniz: Sanata destek veren Caffè Nero, her şeyin hızla tüketildiği günümüzde sizi kalcı olanı keşfetmeye davet ediyor. 

Caffè Nero’nun leziz kahveleri eşliğinde, koku, tat, duygu ve ilham arasındaki kuvvetli ilişkiyi deneyimlemeye hazır mısınız? Sizi, genç yaşında pek çok önemli galeride yer almış ünlü İtalyan sanatçı Dario Agrimi öncülüğünde yapılacak “İlham Atölyesi”nde, kahvenin tadı ve kokusundan yola çıkarak kendi ilhamınızı keşfetmeye bekliyoruz.

Adres :  Sakıp Sabancı Müzesi, Sicimoğlu Köşkü, Sakıp Sabancı Cad. No:42 Emirgan, İstanbul
Tarih : 24 Ekim Cuma
Saat : 14:00
LCV : Diğdem Oğuz (Contactplus) / digdemo@contactplus.com.tr
         0212 229 76 26/148 GSM: 0535 625 81 70

Not: Caffè Nero’nun interaktif yaratım süreci için hediye edeceği “İlham Kiti”nde yer alan Sakıp Sabancı Müzesi “Joan Miró. Kadınlar, Kuşlar, Yıldızlar” sergisi ücretsiz giriş kuponu gibi sürprizler de katılımcıları bekliyor.

Akbank aile şirketlerinin gücünü yeni nesillere taşıyor

Akbank, Sabancı Üniversitesi Yönetici Geliştirme Birimi EDU işbirliğiyle hayata geçirdiği “Akbank Aile Şirketleri Akademisi” ile şirketlerin kurumsallaşmasını ve sürdürülebilir olmasını sağlayacak.  

Akbank, aile şirketlerine yönelik Sabancı Üniversitesi Yönetici Geliştirme Birimi EDU işbirliğiyle hazırladığı “Akbank Aile Şirketleri Akademisi” ile firmaların rekabet gücünü artırma ve sağlıklı büyümelerini sağlama, sürdürülebilirlik ve kurumsallaşma çalışmalarına destek olmayı hedefliyor.

Program kapsamında stratejik yönetimden iş geliştirme ve inovasyona, kurumsallaşmadan, finansa, şirketlerde iyi yönetim uygulamalarından, hukuki konulara ve insan kaynağı yönetimine kadar pek çok konuda aile şirketi temsilcilerinin ihtiyaç duyacağı başlıklar ele alınacak. Dünyadan ve Türkiye’den örneklerle teori ile pratiği birleştiren bilgilere yer verilecek.

Şirketinin kurumsallaşmasını hedefleyen, akademik eğitim ile günceli yakalamak isteyen, şirket yönetimini yeni jenerasyona devretmeyi planlayan aile şirketleri için tasarlanan program kapsamındaki dersler; her biri konusunda uzman ve iş dünyasında üst düzey yöneticilik yapmış EDU danışmanlarının yanı sıra program ortakları olan Deloitte Türkiye ve Pekin&Bayar'ın eğitimcileri tarafından verilecek. Sabancı Holding şirketlerine fabrika ziyaretleri düzenlenecek ve eğitim programının sonunda katılımcılara Sabancı Üniversitesi Yönetici Geliştirme Birimi EDU tarafından sertifika verilecek. 

Katılımcılar dilerlerse program sonunda firmalarının kurumsallaşmaları için almaları gereken aksiyonları ve aile anayasasının oluşturulmasını içeren danışmanlık hizmetlerini program ortaklarından indirimli olarak alabilecekler.

Program’a ilişkin bilgi veren Akbank KOBİ Bankacılığı’ndan Sorumlu Genel Müdür Yardımcısı Bülent Oğuz, bazı aile şirketlerinin devam edememesinin nedenlerinin başında, nesilden nesile geçiş planının ve tanımlanmış bir sürecin olmadığına işaret etti ve ekledi:

Aile şirketlerinde şirket içi kuralların yanısıra doğal olarak duygular da devreye giriyor. Duyguların yoğun olduğu bu ortamda şirketlerin gelecek nesillere sağlıklı olarak devam etmesi için kurumsallaşması şart.  Oysaki dünyada ve Türkiye’de kurulan bu tip firmaların çoğu geleceğe ilişkin planlama yapmayan, günün şartlarına göre gelişen ve zamanla aile üyelerinin daha fazla katıldığı bir yapıda. Ancak uzun vadede aile içi anlaşmazlıklar, profesyonellerin bu şirketlerde yaşadığı zorluklar gibi birçok sorun nedeni ile büyüme ve finansal başarı sürdürülemiyor. Firma sahipleri şirket içi sorunlarla uğraşırken bir yandan da rekabetle başa çıkmak zorunda kalıyorlar. Yıllarca alın teri ile çalışıp büyük bir özveriyle devem ettirdikleri şirketleri işte bu ortamda yok olma noktasına gelebiliyor. Nitekim araştırmalar da aile şirketlerinin sadece %35’inin ikinci kuşaklara ve %15’inin üçüncü kuşaklara geçebildiğini gösteriyor.

Biz de bu gerçeklerden hareketle, “Akbank Aile Şirketleri Akademisi”ni hayata geçirdik. EDU ile uzun çalışmalar sonucunda titizlikle tasarladığımız programda aile anayasasından, vergi planlamasına; şirket değerlendirmesinden, hedef belirlenmesine, kurumsallaşma sürecini nasıl yöneteceklerinden, stratejik yönetime kadar farklı boyutlarda aile şirketlerine yol göstereceğiz. Bu programı çok önemsiyoruz çünkü aile şirketlerinin büyümesinin Türkiye ekonomisinin gelişmesi için kritik olduğuna inanıyoruz.” 

Sabancı Üniversitesi Yönetici Geliştirme Birimi EDU Direktörü Dr. Cüneyt Evirgen ise program hakkındaki görüşlerini şu şekilde ifade etti: 

“Aile şirketlerinin kurumsallaşma yönünde atacağı adımlarda zorlanması veya yeterince etkin olamaması şirketlerin devamlılığı ve sürdürülebilir büyümeyi yakalayabilmesi için zorluklar yaratıyor. Türkiye ekonomisinin önemli bir bölümünü oluşturan bu şirketlerin modern işletme araç ve yöntemlerini etkin kullanmalarını sağlamanın ve rekabet güçlerini artırmanın hem şirketlerin sağlıklı bir biçimde sürdürülebilir karlılık ile büyümelerine hem de ülke ekonomisine yapacağı katkı çok fazla olacaktır. Dolayısıyla, değişimin ve sürdürülebilirliğin gerekliliğinden ziyade nasıl sağlanacağının tartışıldığı şu günlerde, EDU olarak “öğrenme ortağımız” Akbank’ın bu konuya odaklanan Aile Şirketleri Akademisi projesinde yer alarak bu önemli girişime katkı yapıyor olmaktan ötürü memnuniyet duyuyoruz.

Akbank Aile Şirketleri Akademisi tamamen aile şirketlerinin gelişim ihtiyaçlarına özel en uygun içerikler ve en etkin öğrenme yaklaşımları kullanılarak tasarlandı. Bu programa katılan aile şirketleri, değişen dünyaya ayak uydurmak ve sürdürülebilirliği esas alan bir işletme olmak yolunda önemli bir adım atmış olacak.” 

Ekim-Aralık 2014 tarihleri arasında gerçekleşecek olan 3 aylık programa şirket sahibi ya da şirkette çalışan aile üyeleri katılabilecek. 16 Ekim’de başlayacak “Akbank Aile Şirketleri Akademisi”ne www.akbank.com’dan başvurulabilecek.  

Mezunumuz Özge Akçizmeci'ye “Vizyoner Baykuş” ödülü

Ekonomi, 2005, Lisans Mezunumuz Özge Akçizmeci Türkiye Araştırmacılar Derneği (TÜAD) tarafından düzenlenen “Baykuş Ödülleri” kapsamında, “Vizyoner Baykuş” kategorisinde iki ödül aldı.


Ipsos’da Pazar Araştırması Direktörü olarak çalışan Özge Akçizmeci ve Ipsos'daki takım arkadaşlarının 75 aday arasından seçildiği iki pazar araştırması çalışması sayesinde, araştırma kapsamında değerlendirilen firmaların marka konumlandırmaları netleşti ve çalışma araştırmadaki 2 hızlı tüketim firmasının pazar payına büyük katkı sağlayarak ödüle layık görüldü.

Baykuş Ödülleri Hakkında:

Türkiye Araştırmacılar Derneği’nin, araştırma sektöründeki başarılı pazarlama ve sosyal araştırmaları ödüllendirmek için tasarladığı “Baykuş Ödülleri”, aynı zamanda araştırmanın iş süreçlerinde ve alınan kararlarda yarattığı etki, katma değer ve araştırmanın önemini vurgulamak amacını da taşıyor.

Vizyoner Baykuş Kategorisi Hakkında:

Vizyoner Baykuş Ödülü; araştırmanın, yeni bir iş alanına girişte, ürün lansman ya da relansmanında veya marka konumlandırma ve yeniden konumlandırma alanında etkin kullanımını gösteren çalışmalara verilmektedir.

TÜBA-GEBİP ve TÜBA-TEÇEP ÖDÜLLERİ için 2015 yılı başvuruları başladı

TÜBA, Üstün Başaralı Genç Bilim İnsanı Ödülleri Programı (GEBİP) ve Bilimsel Telif ve Çeviri Eser Ödülleri Programı (TEÇEP)  2015 yılı başvuruları başladı.

TÜBA'dan yapılan yazılı açıklamada; 2001 yılından bu yana GEBİP kapsamında, üstün nitelikli bilimsel çalışmalarıyla öne çıkan genç bilim insanlarının araştırmalarında desteklendiği, 2008 yılından bu yana ise TEÇEP kapsamında; üniversitelerde okutulan veya okutulması öngörülebilecek Türkçe kitap yazarlarının ya da yabancı dildeki bir kitabı Türkçeye çevirenlerin desteklendiği hatırlatıldı.

GEBİP aracılığıyla bugüne kadar 335 üstün başarılı genç bilim insanının, TEÇEP aracılığıyla ise 161 eserin ödüllendirildiği vurgulandı. GEBİP ve TEÇEP 2015 yılı başvurularının başladığı belirtilen açıklamada, GEBİP ile üstün başarılı genç bilim insanlarına ve TEÇEP ile Türkçeye kazandırılması uygun görülen eserlere, ihtiyaç duydukları desteğin ödül şeklinde sağlanmasının amaçlandığının altı çizildi ve şu ifadelere yer verildi:

"GEBİP, TÜBA'nın kapsadığı tüm bilim alanlarında çalışan, sağlık bilimlerinde uzmanlık derecesine sahip, diğer bilim dallarında doktora derecesi almış ve Türkiye'de çalışan veya çalışma kararı vermiş, 39 yaşını doldurmamış genç bilim insanlarını ödüllendiriyor. TEÇEP ise; doğa, mühendislik, sağlık ve sosyal bilimler alanında ‘Telif ve Çeviri Eser Ödülü’ ve ‘Kayda Değer Eser Ödülü’nü eserin yazarı, editörü, çevirmeni ve çeviri editörünün başvurusuyla, ilk baskısı son beş yıl içinde yapılmış olması şartını yerine getiren eserleri değerlendirerek veriyor. Çeviri eserlerde, yayımlanmış orijinal eserin en son baskısından çevrilen eserler için yapılan başvurular kabul ediliyor. 

2014 yılı GEBİP Ödülü sahiplerine toplam 3 yıl boyunca verilecek 20.000 TL’lik ödemelere başlandı. Ayrıca aktif GEBİP ödül sahibine, tez aşamasındaki doktora öğrencilerinin çalışmalarında kullanılmak üzere, 2014 yılında 6.000 TL, uluslararası nitelikteki bilimsel çalışmaları kapsamında düzenleyecekleri ulusal ve uluslararası toplantılar için ise 4000 TL’ye kadar destek sağlandı. GEBİP bittikten sonraki 5 yıl boyunca yılda bir kez yurt dışı bilimsel toplantılara ve etkinliklere katılım desteği olarak Avrupa ülkeleri için 1500 $ karşılığı TL, Avrupa dışı ülkeler için 2000 $ karşılığı TL verildi. 2014 yılı TEÇEP için ise; telif eserlerde 20.000 TL ve çeviri eserlerde ise 12.500 TL, Kayda Değer Eser Ödülü (Mansiyon) ise telif eserlerde 7.000 TL, çeviri eserlerde 4.000 TL olarak verildi.”

Açıklamada, üstün nitelikli bilimsel çalışmalarıyla öne çıkan genç bilim insanlarını, araştırmalarında desteklemek ve genç bilim insanlarını üstün başarılı araştırmalara özendirmek amacıyla yürütülen GEBİP ve üniversite düzeyinde kitapları zenginleştirmek ve yabancı eserleri Türkçeye kazandırılması amacıyla yürütülen TEÇEP için 2015 yılı başvurularının 17 Kasım 2014 tarihine kadar devam edeceği de bildirildi.

Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları Forumu eğitim buluşmaları başlıyor

Sabancı Üniversitesi Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları Forumu’ndan “Edebiyatta Toplumsal Cinsiyet” seminerleri

Sabancı Üniversitesi Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları Forumu, eğitim buluşmalarına, “Edebiyatta Toplumsal Cinsiyet”, “Türkiyeli Kadın Edebiyatçılar” ve “Edebiyatta Queer” olmak üzere üç farklı eğitim modülü ile devam ediyor.

Herkesin katılımına açık olan bu eğitim modülleri, Cumartesi günleri, 10:00-13:00 saatleri arasında, Karaköy Minerva Palas’ta düzenlenecek. Kontenjan sınırı bulunan eğitimlere kayıtlar 15 Ekim 2014 tarihinde sona erecek. Eğitimler Sabancı Üniversitesi öğretim üyeleri; Deniz Tarba Ceylan, Özlem Öğüt, Rûken Alp, Hülya Adak, Reyhan Tutumlu, Sibel Irzık, Başak Demirhan tarafından verilecek.

“Edebiyatta Toplumsal Cinsiyet” başlıklı ilk bölümde edebi metinlerde toplumsal cinsiyetin nasıl konumlandığını incelenecek. Üç hafta sürecek eğitimler 18 Ekim 2014 Cumartesi günü başlayacak. Eğitimlerde; Euripides, Medea”, Margaret Atwood, Damızlık Kızın Öyküsü” ve İkinci Yeni şiirinde toplumsal cinsiyet konuları işlenecek. 

Eğitim modülleri Türkiyeli kadın şair ve yazarların yapıtlarında toplumsal cinsiyet rollerinin nasıl kurgulandığını irdeleneceği “Türkiyeli Kadın Edebiyatçılar” ile devam edecek. Eğitim, 8 Kasım 2014, Cumartesi günü başlayacak ve dört hafta sürecek. Bu modülde sırasıyla; Sevgi Soysal’ın “Yürümek” adlı eseri, Latife Tekin’in “Sevgili Arsız Ölüm” adlı eseri, Halide Edib’in “Hindistan’a Dair” adlı eseri ile Gülten Akın, Lâle Müldür ve Nilgün Marmara şiirleri ele alınacak.

Yazın eserlerindeki “kuir” alt-metinlere odaklanılacak “Edebiyatta Kuirr” modülü 6 Aralık 2014 Cumartesi günü başlayacak ve dört hafta sürecek. Bu derslerde farklı coğrafyalara, dönemlere ve dillere ait edebiyatçıların eserlerini, bu eserlerde kurgulanan akışkan ve kaygan cinsiyet kimlikleri ve cinsellik hallerine odaklanarak okunacak.

“Edebiyatta Kuir” modülü kapsamında sırasıyla; Virginia Woolf’un “Orlando”su,  Shakespeare’in “12. Gece”si, Pierre Loti’nin “Aziyade”si ve Perihan Mağden’in “Ali ile Ramazan”ı irdelenecek.

Program:

Edebiyatta Toplumsal Cinsiyet

18 Ekim Cumartesi-Deniz Tarba Ceylan: Euripides, Medea

25 Ekim Cumartesi-Özlem Öğüt: Margaret Atwood, Damızlık Kızın Öyküsü

1 Kasım Cumartesi-Rûken Alp: İkinci Yeni Şiirinde Toplumsal Cinsiyet

Türkiyeli Kadın Edebiyatçılar

8 Kasım Cumartesi-Reyhan Tutumlu, Sevgi Soysal, Yürümek

15 Kasım Cumartesi-Rûken Alp: Gülten Akın, Lâle Müldür ve Nilgün Marmara Şiirleri

22 Kasım Cumartesi-Hülya Adak: Halide Edib, Hindistan’a Dair

29 Kasım Cumartesi-Sibel Irzık: Latife Tekin, Sevgili Arsız Ölüm

Edebiyatta Kuir

6 Aralık Cumartesi-Sibel Irzık: Virginia Woolf, Orlando

13 Aralık Cumartesi-Deniz Tarba Ceylan: Shakespeare, 12. Gece

20 Aralık Cumartesi-Hülya Adak: Pierre Loti, Aziyade 

27 Aralık Cumartesi-Başak Demirhan: Perihan Mağden, Ali ile Ramazan

Ücretler:

Edebiyatta Toplumsal Cinsiyet (3 Hafta)

Öğrenci/ Öğretmen/ SU Mensubu: 120 TL

Yetişkin:200 TL

Türkiyeli Kadın Edebiyatçılar (4 Hafta)

Öğrenci/ Öğretmen/ SU Mensubu: 150 TL

Yetişkin:240 TL 

Türkiyeli Kadın Edebiyatçılar (4 Hafta)

Öğrenci/ Öğretmen/ SU Mensubu: 150 TL

Yetişkin:240 TL

Önemli Not: Tüm eğitimlere (11 hafta) kayıt olmak isteyenler için ücretler değişiyor.

Öğrenci/ Öğretmen/SU Mensubu: 350 TL

Yetişkin: 550 TL

Yer: Sabancı Üniversitesi Minerva Palas, Bankalar Caddesi No:2 Karaköy-İstanbul

Şemsiyenin tepesinden bakabilen yönetici

Üstün Ergüder: “Uyanıklığı, hedefe kestirmeden gitmeyi, düzensiz hareket etmeyi çok seviyoruz. Gençlerimiz de seviyor. Sorumlu bir birey yerine çok bencil bir kişisellik hakim davranışlarımıza. Ben “buna kişisel uyanıklık, toplumsal aptallık” diyorum.  Ben eğitime yalnız şu kadar matematik, bu kadar fizik diye bakmıyorum.  Sorumlu vatandaşlar da yetiştirebilmemiz gerek. Türkiye’nin büyük ihtiyacı bu.” 


Çarşamba Sohbetleri’nin konuğu Üstün Ergüder ile sohbetimiz devam ediyor. Üstün Beyin yükseköğretim de dahil eğitim ve sivil topluma adanmış renkli yaşamının öyküsü kitaplaştırılmış olarak önümüzdeki günlerde okurlarla buluşacak. Şu sıralarda yayıma hazırlanmakta olan otobiyografisinde Ankara’da ve İstanbul Robert Kolej’de geçen çocukluk yıllarına, ardından İngiltere’de Manchester, ABD’de Syracuse Üniversitelerinde sürdürdüğü eğitimine de geniş yer ayırmış Üstün Bey. 1969 yılında Robert Kolej Yüksek’te başlayan yükseköğretim kariyerini, Türkiye ve dünyada yaşanan gelişmeler ışığında, Boğaziçi ve Sabancı Üniversitelerinde edindiği deneyimlerle analitik bir çerçevede değerlendirmiş. Yükseköğretimin Fırtınalı Sularında – Boğaziçi Üniversitesi’nde Başlayan Bir Yolculuk adıyla yayımlanacak olan otobiyografi, Türkiye’nin son elli yıllık yükseköğretim serüvenini, Türk ve dünya siyasetinde yaşanan gelişmeler ışığında Üstün Bey’in gözlerinden görmek isteyen okurların beğenisine sunulacak. 

Üstün Ergüder’in otobiyografisinden seçtiğimiz bazı bölümlerin de yer aldığı söyleşimizin bu bölümünde Boğaziçi Üniversitesi rektörlük deneyimi, ilk Türk akademisyen olarak seçildiği Yükseköğretim Kurumsal Özerklik ve Akademik Özgürlük İzleme Merkezi (Magna Charta Observatory) başkanlığı dönemi, Sabancı Üniversitesi’nde özgün bir yapıya sahip olan İstanbul Politikalar Merkezi İPM’nin kuruluş öyküsü ve Türkiye’nin önde gelen iki vakıf üniversitesinden gelen iki tekliften birini kabul etmesinin heyecanlı sürecini okuyacaksınız.    

1992-2000 yılları arasında iki dönem Boğaziçi Üniversitesi Rektörlüğü yaptınız. Yeni rektör olacaklara deneyimlerinize dayanarak ne önerirsiniz?

Rektör olduğumda 55 yaşındaydım. Bugün daha genç, 40-45 yaşlarında rektörler var. Her yaşı kendine has özelliklerine göre ayırmaktan yanayım. İnsan 50’li yaşlara varınca çok daha düşünceli olabiliyor. Yani bir sorunla karşılaştığında, harekete geçmeden önce derin bir nefes alıp tefekkür etmesini öğreniyor. Gençlikte, bir olayın önünü arkasını çok düşünmeden olayların akışına kapılabiliyorsunuz. Kimi zaman, işinde mahir, pek çalışkan genç arkadaşlarımın, heyecanla hareket edip kolayca hata yaptıklarını görüyorum. Rektörlük öyle bir iş ki sorunlar karşısında zaman zaman bir adım geri çekilip uzaktan bakabilmeyi, olayları bir sistem içinde ve sabırla değerlendirmeyi gerektiriyor. Günümüzün gelişmiş iletişim teknolojisi de yöneticileri “Vahşi Batı’nın en hızlı kovboyu” gibi hemen silaha davranıp hedefi vurmaya teşvik ediyor. Twitter benzeri anında iletişim kurma olanağı veren sosyal medya araçları şeffaf bir yönetim için önemli imkânlar sunuyor olabilir. Ancak bilhassa öğrencileri ilgilendiren sorunlar karşısında bu tür mecralara başvurulduğunda, olayların büyüyerek yöneticilerin üzerine geldiğini görüyorum. Halbuki hararetli meseleleri çözmeye çalışırken biraz soğutmak, beklemek, zamana yaymak gerekir. Diğer taraftan daha genç yaşların verdiği enerji ve yaratıcılığın farkındayım. Belki de yanılıyorumdur, ama bahsettiğim sebeplerden, 50’li yaşların rektörlük için daha uygun bir yaş olduğunu düşünüyorum. 

Sekiz yıl süren rektörlük görevi bana çok şey kattı. 2000 yılında rektörlüğü bıraktığımda artık 1992’deki insan değildim. Çok değişik donanımlar ve önemli bir deneyim edindim. Özellikle yönetim konusunda kendime güvenim geldi. 

Rektörlük görevini Sabih Tansal’a devrettikten sonra, Boğaziçi Üniversitesi’nden emekliliğimi isteyerek ayrıldım ve eğitim alanında yapacakları yatırımlarla ilgilenmek üzere Doğuş Holding’e geçtim. Boğaziçi Üniversitesine bu kadar sevgi ve tutkuyla bağlıyken Öncelikle kendi sıhhatim için bıraktım. Yorgundum. Bir de insanın o kadar yoğun yıllar sonunda kendini o ortamdan koparması güç oluyor. Bir şey sorulmazsa alınıyorsunuz veyahut sevmediğiniz bir icraat yapılırsa sinirleniyorsunuz. Yapılacak en iyi iş ayrılmaktı. Emin değilim ama herhalde geçirdiğim stresli ve yoğun yılların etkisi olacak 2004 yılında açık kalp ameliyatı geçirdim. 

Rektörlük bitiyor; bitmesi de gerekiyor, çünkü bir yerden sonra kendi doğrularına çok inanmaya başlıyor insan. Bir yöneticinin içine düştüğü sendromlardır bunlar. “Her şeyi ben bilirim; kimseye bırakamam, en iyisini ben yaparım,” demeye başlıyorsun. Bu ruh hali ister istemez insanı sinirli yapıyor. Etrafındakilerle kavga etmeye başlıyorsun. Arkadaşlıklarına sirayet edebiliyor bu hal. Bu sendromun hep farkındaydım ve bundan ötürü elimden geldiğince odamın ve yakın çevremin dışına çıkmaya çalışırdım. Öğrencilerle, öğretim üyeleriyle, idari personelle ofis ve makam atmosferi dışında her fırsatta birlikte olmaya çalışır ve bu amaçla üniversitede çok dolaşır en ücra köşelerine kadar giderdim. Bütün bu tedbirlerime rağmen, rektörlüğümün ikinci dönemi sonlarına doğru yalnızlaşmaya başladığımı hissettim. 

Magna Charta’dan söz edelim isterseniz. Magna Charta Observatory’nin başkanlığını yapan ilk Türk akademisyensiniz. 2009-2013 yılları arasında başkanlık yaptınız.

Magna Charta benim ilişkim şöyle gelişti: Rektörlüğüm sırasında  Boğaziçi Üniversitesini Avrupa’ya açmaya çalışıyordum.  Boğaziçi Üniversitesi’nin geçmişi dolayısıyla ABD ilişkileri güçlüdür. Sanki Avrupa’ya uğramadan Atlantik’i geçip Amerika’ya giden bir uçak gibi. Avrupa’yı da üniversitenin uluslararasılaşma hedefleri arasına koymamız gerekiyordu. Türkiye Avrupa Birliği’ne giriyorsa Türkiye’nin muhakkak bir Avrupa ilişkilerinin de olması lazım, onun için Avrupa’da aktif olmak lazım, daha etkin olmak lazım. Bunun için o günlerde Avrupa Rektörler Birliği denilen şimdiki Avrupa Üniversiteler Birliği’nin toplantılarına çok sık gitmeye başladım ve bu ortamlarda “yüksek profil” politikaları uygulamaya çalıştım. Yani görünür olmaya çalıştım.

Nasıl yaptınız bunu?

Nasıl mı? Toplantılara gittiğim zaman sessiz kalmadım, konuştum, ilişkiler arkadaşlıklar kurmaya çalıştım.  Avrupa Rektörler Konferansının bazı programlarının Boğaziçi Üniversitesi’nde yapılmasını sağladım.  Mesela, yeni rektörlere yönelik seminer ve çalıştaylar.  1990’lı yılların sonlarına doğru hayata geçirdikleri Kurumsal Kalite Değerlendirmesi sürecine Boğaziçi Üniversitesi’ni de ilk Türk üniversitesi olarak soktuk.  Kendim bu programda görev aldım. Sanırım Sabancı Üniversitesi de EUA’nın bu programına başvurdu. Bütün bunlar Boğaziçi Üniversitesinin Avrupa’da iyi tanınmasına neden oldu. Tabii ben de bu arada Avrupa yükseköğretim camiasında tanınmaya başladım. Makaleler yazdım, toplantılara davet ettiler gittim, sunumlar yaptım. Bu durum Sabancı Üniversitesine geçtikten sonra da devam etti. Kurumsal Kalite Değerlendirme programında da faaliyetlerim devam etti 2009 yılına kadar. Bu arada 2000 yılında Magna Charta Observatory EUA ve Bologna Üniversitesi girişim olarak Bologna’da kuruldu. Magna Charta Observatory’nin (yani Magna Charta Gözlemevi) amacı 1988’de 380 Avrupa rektörü tarafından imzalanmış olan Magna Charta Universitatum’un savunusunu yapmak ve ne kadar uygulanıyor izlemek.  Akademik özgürlük ve kurumsal özerkliğe vurgu yapan Universitatum bir anlamda Avrupa Yükseköğretim Alanı’nın anayasası. Beni 2004 yılında Yönetim Kurulu üyeliğine davet ettiler ben de evet dedim. Bu davette her halde 1992’den beri gelişen Avrupa ilişkilerinin bir meyvesi. 2009 yılında da Magna Charta’nın Başkanı olan Michael Dexter istifa etmesi üzerine beni başkan seçtiler. Magna Charta’daki görevim 2013 yılının Eylül ayında sona erdi.  Bu görev dörder yıl olan iki dönemden daha fazla yapılamıyor. 

Türkiye’deki gençlik ile ilgili düşünceleriniz nedir?

Türkiye’de çok genç bir nüfus var. Eğitebildiğimiz sürece gençlikten çok büyük ümidim var. Benim dolaştığım çevrelerde yani Sabancı Üniversitesi, Boğaziçi, ERG gibi bulunduğum ortamlarda hatta buna Amerika’yı da dahil edebiliriz çünkü orada da ders verdim, şunu görüyorum ki bizim gençlik çok daha idealist hareket ediyor. Mesela bizim gençliği heyecanlandırmak, sosyal politika projeleriyle filan yönlendirmek çok daha kolay. Herkes bir şeyler yapmak istiyor, herkes bir şeye katkıda bulunmak ve bu ülkeyi bir yerlere doğru götürmek istiyor. O bakımdan ben gençliği Türkiye’de olumlu bir faktör olarak görüyorum. Ama etrafı dolaştığım zaman da toplum yaşamında eğitim sisteminin aksamalarını görüyorum çünkü eğitim eşit davranış değil. Gençlerimiz vatandaş gibi davranıyor, eski kuşaklarımızın bazı sevmediğim davranışlarını onlar da tekrarlıyor. Uyanıklığı, hedefe kestirmeden gitmeyi, düzensiz hareket etmeyi çok seviyoruz. Gençlerimiz de seviyor.  Sorumlu bir birey yerine çok bencil bir kişisellik hakim davranışlarımıza. Ben “buna kişisel uyanıklık, toplumsal aptallık” diyorum.  Ben eğitime yalnız şu kadar matematik, bu kadar fizik diye bakmıyorum.  Sorumlu vatandaşlar da yetiştirebilmemiz gerek.  Türkiye’nin büyük ihtiyacı bu. 

En önemli eseriniz?

En önemli eserim şimdi çıkacak, yani bitti aşağı yukarı. O Boğaziçi tarihi olmaktan daha başka bir kitap oluyor, yani içinde ben de varım, Türk yükseköğretimi var, siyaset var, Sabancı Üniversitesi var, diğer vakıf üniversiteleri var. Ondan evvel en önemli eserin ne dersen, bir Amerikalıyla yazdığım yurt dışında yayınlanan bir makaledir, o önemli, çok atıf almış bir makaledir. 1977 seçimlerinde Selçuk Özgediz ile birlikte yaptığımız kamuoyu araştırmasını da unutmamak gerek. Hem seçim sonuçlarını oldukça iyi tahmin etmiş hem de Türkiye’de seçmen davranışı hakkında önemli bilgiler elde etmiştik.  Bu çalışmadan önemli makaleler de çıktı. Bu araştırma bir ilkti ve hala da akademik olarak fark yaratan bir çalışma olarak tanınır. 

Eğitim Reformu Girişimi (ERG) Sabancı Üniversitesi’nin Karaköy’deki binasında bulunuyor.  Siz de yıllardır Karaköy’e gidip-geliyorsunuz. Uzun yıllarını Boğaz’da geçirmiş biri olarak bu semtle ilişkiniz nasıl?

ERG’nin Karaköy’deki Minerva Han’a geçmesiyle ben de İstanbul’u yeniden keşfetmeye başladım. Türkiye’ye döndüğüm 1969’dan sonraki dönemde şehirle kurduğum ilişki nispeten az olmuştu. Ta ki Karaköy’e gelene kadar. Bütün hayatım Bebek, Etiler, Boğaziçi ekseninde geçti. Bildim bileli hep bir trafik problemi vardır. Eskilerin tabiriyle “İstanbul’a inmek” istemezdim pek. Şimdi ise hoşuma gidiyor. Metroya binip bir yere gitmeye bayılıyorum. Caddeleri, sokakları, kaldırımları dolduran insanları görüp izlemek hoşuma gidiyor. Bir sürü sosyal bilimci ya kütüphane kurdudur ya da ampirik çalışmalara bel bağlarlar. Bir de katılımcı gözlemcilik vardır, ki gündelik yaşam içinde insanları, değişimi algılamakta çok önemlidir. Kütüphanede de çalışsan, saha araştırması da yapsan gözlemle desteklemen lazım. 1977’de ilk seçim araştırmasını yaptığımız zaman, sonuçları alır almaz hemen sağa sola gidip görüşmeler yapıyor, sonuçları test ediyorduk. Elindeki sonuçlarla tablolar yapmadan önce dışarıdaki insanları gözlemelisin. Onun için şimdi şehri dolaşmayı, şehri görmeyi çok seviyorum. Kimi zaman Tünel’den yukarı çıkıyor, Taksim’e kadar yürüyorum. Etrafta kimler var, neler oluyor görebiliyor, bir anlamda sokaklarda yaşanan değişimi izleyebiliyorum. Eskiden beri Londra’yı, New York’u, Paris’i, sokakları eğlenceli olduğu için çok severim. Sokakta vakit geçirmek keyiflidir bu şehirlerde, çeşit çeşit insanlarla, renklerle karşılaşırsın. Son zamanlarda İstanbul da çok ilginç olmaya başladı. Şehirde dolaşmak insana çok şey öğretiyor. Eskiden ya böyle değildi, veyahut da ben Bebek-Levent-Etiler eksenindeki hayatımdan kenti keşfetmeye vakit bulamamıştım. 

Kurucu Direktörlüğünü üstlendiğiniz Sabancı Üniversitesi bünyesinde yer alan İstanbul Politikalar Merkezi (İPM)’nin oluşum hikayesini anlatır mısınız?

Tosun’un aklındaki model çok ilgimi çekiyordu. “Bir think tank, daha doğrusu bir think and do tank kuralım. Üniversite ile ilişkili ama özerk bir kurum olsun. Üniversite’nin bürokrasi ve organizasyon şemasında hiyerarşik olarak yer almayan, hiçbir fakülteye bağlı olmayan müdürünün doğrudan rektöre ve mütevelli heyetine sorumlu olduğu bir yapı olsun.” Bu kurum üniversiteye ancak yeteri kadar yakın olacak, sivil toplum kuruluşları ve diğer üniversiteler ile ağ kurabilmesini sağlamak amacıyla da Sabancı Üniversitesi’nin bir iç kuruluşu olmayacaktı. Şeytanın avukatı olabilecek, ülkenin karşılaştığı sorunlarda veri tabanlı ciddi analizler yapabilecek, ayakları yere basan politika alternatifleri üretebilecek, bunu sağlamak içinde sivil toplum ve bilim dünyası arasında köprü olabilecek bir kurum hedefleniyordu. 

Bu proje benim için Türk sivil toplum ve akademik dünyasına sunulabilecek öncü bir projeydi ve beni heyecanlandırmıştı. İPM sivil toplum ve akademik dünya arasında köprü olmayı, bilgi ve veri bazlı uygulanabilir politikalar (siyasa) geliştirmeyi, kamuoyu ve siyasi karar vericilerin dikkatlerine sunmayı amaçlayacaktı. Bir akşam Can Paker’in evinde Güler Sabancı’yla da bir araya geldik ve projeyi daha ayrıntılı tartıştık. Hemen sonra da Üniversite’nin mütevelli heyetinden merkezin kurulmasını öngören bir karar geçirdiler. Tosun bana “İsmi ne olsun?” diye sordu. “İstanbul Politikalar Merkezi olsun,” dedim. Bence “İstanbul” sivil topluma yakınlığı vurgulaması açısından da çok önemliydi. Devletin uzantısı olmayan, özerk, sivil toplum kuruluşlarının birçoğu İstanbul’da. Merkez özerkliğini koruyabilmesi için de fonlanmasının projelerden ve diğer kaynaklardan sağlanan imkânlarla yapılması öngörüldü. İPM’nin yaptığı etkinliklerin hemen hepsi projelerden sağlanan gelirlerle gerçekleştirildi. 

Merkez’i örgütlemek için Sabancı Üniversitesi’nde hangi arkadaşlarımız nelerle uğraşıyor, ilgi alanları nelerdir diye etrafa bakındık. İPM’nin kurulduğu günlerde, Sabancı Üniversitesi’ne hemen benden sonra, Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nden Korel Göymen gelmişti. Kendisini ilk olarak 1960-61 yıllarında ODTÜ’de asistan olarak çalıştığım günlerde tanımıştım. Korel yerel yönetimler üzerine odaklanmış bir arkadaşımızdı. İşin yalnız akademik tarafında kalmamış gerek merkezî hükümetlerde gerekse yerel yönetimlerde aldığı görevlerle akademik dünya ile uygulama dünyası arasında gidip gelmişti. Korel 1989-1992 arasında TÜSES’i (Türkiye Sosyal, Ekonomik ve Siyasal Araştırmalar Vakfı) yöneterek sivil toplumda “think tank” deneyimi de edinmişti. Ayrıca 1994 yılında Ankara Belediye Başkanlığı’na aday olmuş ve yerel seçimi çok az bir oy farkıyla Melih Gökçek’e kaybetmişti. Bir “düşün ve yap” (think and do tank) kuruluşu olarak tasarladığımız İPM için Korel ideal bir isimdi. Bu nedenle İPM’nin ilgi alanlarından biri yerel yönetimler olacak ve Korel’e emanet edilecekti. 

İlgi alanı Avrupa Birliği olan Ahmet Evin de Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi’nde görevliydi. Ahmet’in ayrıca yurtdışında değişik üniversitelerde ve özel sektör kuruluşlarında aldığı görevler nedeniyle önemli bir birikimi ve, belki de daha önemlisi, çok güçlü bir uluslararası çevresi vardı. Ahmet sayesinde Avrupa Birliği konusunda güçlü olacağımızı düşünmüş, bu alanı onun yönetmesinin doğru olacağına karar vermiştik. Ayrıca fakülte içinde Avrupa süreçleri ile ilgilenen Meltem Müftüler ve Jean Monnet öğretim üyesi Bahri Yılmaz gibi Ahmet’e destek olabilecek arkadaşlarımız vardı.

Üçüncü bir ilgi alanı olarak “çatışma veya uyuşmazlıkların çözümü” (conflict resolution) uygun görünüyordu. 

Dördüncü alan olarak tespit ettiğimiz “eğitim,” İPM şemsiyesi altında gerçekleştirilen belki de en önemli ve başarılı proje olacaktı. Özellikle erken çocukluktan başlayıp üniversite kapısına kadar dayanan temel eğitimin Türkiye’nin en önemli sorunu olduğuna rektörlük yıllarında giderek artan bir şekilde inanmaya başlamıştım. Üniversiteye gelen öğrenci kalitesi çok değişkenlik gösteriyordu.  Eğitim sistemi içinde birçok bilgiyi yüklediğimiz öğrencilerimiz acaba düşünebiliyorlar mıydı? Soru sorabiliyorlar mıydı? Giderek demokratik bir ortamda yaşamaya başlayacak, hattâ bir gün kendilerini Avrupa Birliği’nde bulacak öğrencilerimiz gerekli demokratik yurttaşlık bilgi ve davranışlarıyla teçhiz edilmişler miydi?  Eğitimde kalite önemli bir sorundu. İyi fakat sayıları az okullarda okumuş öğrencilerimiz ile gerisi arasında uçurumlar vardı. Kaliteli eğitim ile ilgili bu gibi sorular  kafamda uçuşuyor ve İPM çerçevesinde eğitime odaklanmamız gerektiğini düşünüyordum.

Daha sonra, Sabri Sayarı’nın Washington’dan Sabancı Üniversitesi’ne dönmesi ve Christina Bache Fidan’ın uzman olarak İPM’ye katılması ile Türk-Amerikan ilişkilerine sivil toplumlar penceresinden bakmayı İPM’in beşinci ilgi alanı olarak hayat geçirdik.  

Biraz geri giderek Sabancı Üniversitesi’ne geçiş öykünüzü dinlesek?

Tosun’la (Terzioğlu) TÜBİTAK Başkanı olduğu günlerden kalan Feza Gürsey Enstitüsü’nün Kandilli’de kurulması ve  “bütünleşmiş doktora” programındaki işbirliği örnekleri gibi bir geçmişimiz vardı. 

1999 sonları, 2000’li yılların başında, Sabancı Üniversitesi Kurucu Rektörü olduğu günlerde Tosun’un Boğaziçi Üniversitesi’ne ziyaretleri sıklaşmıştı. Tosun çok ketum bir adamdır. Hemen bir şey söylemez. Gelişinden memnundum ama bir ara “Neden bu kadar çok geliyor?” gibi sorular kafamda gezinmeye başlamadı değil. Rektörlüğümün bitmesine yakındı, “Herhalde rektörlükten sonra beni Sabancı Üniversitesi’ne davet edecek” gibi bir düşünce kafamı kurcalamaya başlamadı desem yanlış olmaz.  Rektörlüğümün son günleriydi, Ankara’da Üniversitelerarası Kurul’da toplantıdaydık. Katıldığım, belki de, bu son toplantı 2000 yılının ilkbaharındaydı. Tosun çok sigara içer, devamlı dışarı çıkıyor. Ben de o ara dışarı çıkmıştım. Sigara içmiyorum, ama toplantılar sıkıcı. Bugünün tabiriyle koridorlarda “geyik yapmak” birçoğumuza toplantıdan daha çekici geliyordu. Orada Tosun bana “Bize gelmeyi düşünmez misin?” dedi. “Düşünürüm, ama benim Akın Öngör’e verilmiş bir sözüm var,” dedim. Öne sürdükleri şartlar uymazsa onun teklifini kabul edebileceğimi söyledim. “Sen bir düşün,” dedi ve uzun bir süre bu konuyu bir daha da konuşmadık. Sabancı Üniversitesi’ne geçiş daha sonra Doğuş’tan ayrılırken, 2001 yılının yaz aylarında tekrar gündeme geldi.

Koç Üniversitesi’nin rektörü Seha Tiniç 2001 yılının yazı başında görevinden istifa etti. Yerine kim olacak soruları etrafta uçuşurken, Rahmi Koç benimle konuşmak istedi. Kendisini Temmuz 2001’in ilk günlerinde Çengelköy’deki yalısında bir sabah ziyaret ettim. “Rektörlüğü düşünür müsün?” dedi. 2001’in yaz aylarında, yani Rahmi Beyin bana teklif yaptığı günlerde, Tosun’la Sabancı Üniversitesi’nde gerçekleştirilebilecek bazı projeleri de konuşmaya başlamıştık. Fakat “Koç Üniversitesinin rektörü olur musun?” dedikleri zaman, severek rektörlük yapmış, biraz da geriye nostaljik bir şekilde bakan biri için fikir ve teklif çekici gelmişti. 

Çok heyecanlı bir süreç olmuş, Koç ve Sabancı üniversiteleri arasında paylaşılamamışsınız.  

Sekiz sene Boğaziçi Üniversitesi’nin rektörü olduktan sonra, evet görevimin bittiğini biliyordum, ama kafam hâlâ bu tür mesuliyetler yüklenmeye endeksli. Böyle bir ortamda önüme yeni ve önemli bir görev koyuyorlar. Yeni bir ortamda, değişik şartlarda yeni bir projeye imza atmak, o günler içinde bulunduğum psikolojik ortamda tekrar rektörlük yapmanın çekici geldiğini itiraf etmeliyim. Ayrıca vakıf üniversitelerinin kurumsallaşıp saygın yükseköğretim kurumları olarak gelişmelerinin Türk yükseköğretim hayatı için çok önemli olduğunu, yaratılacak rekabet ortamının bütün sisteme faydası olacağını düşünüyordum. Bu açıdan da yapılan teklifi önemli bir fırsat olarak görmüş ve Rahmi Bey’e “Düşünürüm” demiştim. Ancak, kuruluş adı vermeden, başka bir kuruluşla da görüştüğümü söyledim ve çabuk karar vermek gerekeceğini belirttim. Rahmi Bey, Çengelköy’deki yalıdan ayrılmak üzere tam tekneye binerken, “Sabancı Üniversitesi mi?” dedi, ben de tasdik eder gibi gülümsediğimi hatırlıyorum.

Tosun’a durumu aktardım ve karar verme sürecinin zaman alacağını Eylül’e kadar bu işin biteceğini söyledim ve “Bekler misin?” dedim. Bebek camiinin yanındaki meşhur kahvede oturuyorduk. Tosun “Senin oraya rektör olman bizim de işimize gelir,” dedi. Tam benim kafamda bir adam diye düşündüm. “Koç Üniversitesi’ne karar verirsen bu fırsat bile olur. İki üniversite işbirliğini geliştirir,” dedi. “Türkiye’de vakıf üniversitelerinin gelişmesi uzun bir yol ve daha bu yolun başındayız. Sen orada olursan işbirliği yaparız. Ama biz ona rağmen seni Sabancı’da görmek isteriz,” diye ekledi. “Peki bana müsaade ediyor musun?” diye sordum. “Ediyorum” dedi. 

Eve gelip durumu eşim Rukiye’ye anlattım. Çok karşı çıktı. “Ben senin bir daha rektörlük yapmanı istemiyorum,” dedi, “Bu kadar sene çok stresli bir hayat yaşadın, sıhhatin bozuldu, Sabancı’ya git” dedi. Ama ben Rahmi Bey’e de artık “Evet,” demişim, bekliyorum. Eylül ayı geldi. Yaptığım hatalardan biri de Rahmi Bey’le Eylül’ün hangi gününün karar için son tarih olacağını hiç konuşmamaktı. 

Eylül’ün ortası geldi, bir şey olmadı, ses seda çıkmadı. Tosun’u da “Bugün, yarın” diyerek oyalıyorum ama Tosun’a da ayıp oluyordu artık. Herhalde niyetleri yok diye düşünmeye başladım. Zaten Rukiye de katiyetle istemiyor. Sabancı Üniversitesi Mütevelli Heyeti üyesi olan dostum Işık İnselbağ da bana karar vermem için yüklenmeye başlamıştı. Rukiye ise sürekli “Sabancı’da çok rahat edersin,” diyordu. Koç’tan da hiçbir haber çıkmayınca bir gün çok insiyaki olarak açtım telefonu ve “Tosun tamam, geliyorum,” dedim. Gittim, imza attım. 

Sabancı Üniversitesi’nde benim için hazırladıkları yeni ofisime adımımı atıp işe başladığım saatlerde Rahmi Bey aradı. “Üstün şu işi bitirelim artık,” dedi. “Kusura bakmayın Sabancı Üniversitesi’nde ofisimdeyim şu anda,” dedim. Sabancı’yla münasebetim böyle başladı. Koç gurubu ile de ilişkim devam ediyor. Koç Vakfı’nın Yönetim Kurulu’ndayım, o kadar.

Bu heyecanlı filmin sonunda mutlu son Sabancı Üniversitesi’nin olmuş. 

Evet az kalsın Koç’a rektör oluyordum, direkten döndüm geldim Sabancı’ya. 

Devam edecek…

Dünyanın En İyi Üniversiteleri Sıralamasında ilk 200’deyiz

Sabancı Üniversitesi Times Higher Education (THE) sıralamasında 182. basamakta yer alarak, listeye ilk kez giren üniversiteler arasında en yüksek kademeden giren Türk üniversitesi ve ilk 200’ de yer alabilen tek vakıf üniversitesi oldu.


Henüz 15. akademik yılında olan Sabancı Üniversitesi ile birlikte ilk 200’de yer alan Türk üniversiteleri ODTÜ (85), BOĞAZİÇİ (139) ve İTÜ’dür (165).  

Sabancı Üniversitesi’nin önemli bir girişle yer aldığı bu dünya üniversiteleri sıralaması, araştırma odaklı üniversiteleri öğretim, araştırma, bilgi transferi ve uluslararasılık gibi temel misyonları üzerinden değerlendiren yegane küresel üniversite performans sıralaması olarak kabul ediliyor.

Konu ile ilgili bir açıklama yapan Sabancı Üniversitesi Rektörü Nihat Berker: “Sabancı Üniversitesi, araştırma ve insan odaklı disiplinlerarası eğitimi, özgür akademik seçim ve performans ortamı ve dünya çapında akademik kadrosu ile, dünya klasmanında öncü bir araştırma üniversitesidir. Öğrencilerimiz, kendi özgür ve bilinçli seçimleriyle girdikleri diploma programlarında, araştırmaya çok önemli katkılar veriyor ve mezuniyetlerinde bütün dünyaya yayılıyorlar. Sabancı Üniversitesi, Türkiye'deki en girişimci ve en yenilikçi bir üniversite konumunu devam ettiriyor. Bilgiyi daha ileriye taşımak, öğrenciye en iyi destek ve toplumun gelişimine her ölçekte katkıda bulunmak felsefelerinden yola çıkarak araştırma gücünü uygulamalı ve stratejik araştırmalara yöneltmiştir. Üniversitede araştırma; bir yandan eğitim programlarını zenginleştirmeyi, diğer yandan da sosyal ve ekonomik gelişime katkıda bulunmayı hedefliyor.


Sabancı Üniversitesi, öğretim üyesi başına 400 bin TL'ye yakın araştırma fonu ve 1,32 araştırma projesiyle, Avrupa'dan öğretim üyesi başına en çok proje ve fon alan Türkiye üniversitesidir. Ayrıca, Avrupa'ya ve Avrupa'dan öğrenci başına en çok öğrenci değişimi yapan üniversitedir. Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığının üç yıldır çıkardığı En Girişimci ve En Yenilikçi Üniversite Endeksinde, bir kere Türkiye'de bütün üniversiteler arasında birinci, iki kere ikinci olmuştur.
Bugün de, henüz 15 yıldır faaliyet gösteren Sabancı Üniversitesinin “Times Higher Education Dünyanın En İyi Üniversiteleri Sıralaması”nda, daha ilk girişte, ilk 200 arasında olmasından büyük mutluluk ve gurur duyuyorum. Üniversitemiz vizyonu; katılımcı farklılığa saygılı, özgürlükçü bir kurum kültürü içinde, tüm paydaşlarının gereksinimlerine duyarlı, yenilikçi, disiplinlerarası bir eğitim altyapısı ile, öncülüğe yol açan özgün bilginin yaratılmasını ve yayılmasını sağlayan, araştırma ve eğitim alanındaki yaratıcılığı ile uluslararası bir referans noktası olmuştur.

"Birlikte Yaratmak ve Geliştirmek" şeklinde özetlenebilecek misyonumuz ise; her alanda ve uluslararası düzeyde yetkin ve kendine güvenen, çok boyutlu ve bağımsız düşünce yeteneği ile donanmış, toplumsal sorumluluk bilincine sahip bireyler yetiştirmek; bilim ve teknolojik gelişmelere ve üretilen bilgilerin topluma yayılmasına küresel boyutta katkıda bulunmaktır.


Üniversitemiz için Times Higher Education sıralamalarında olduğu gibi araştırmanın gücüne önem veren uluslararası başarı sıralamaları, bize daha da enerji katmaktadır.  Bu başarı,  kuruluşundan itibaren titizlikle uyguladığımız ve ödün vermeden koruduğumuz vizyon ve misyonumuzun bir sonucudur” dedi.

Times Higher Education Sıralamaları hakkında :

Yüksek öğrenim ile ilgili dünyanın en saygın sıralaması olarak kabul edilen THE üniversiteler sıralamalarında öğrenciler, öğretim üyeleri, üniversite yöneticileri, iş dünyası ve devletler tarafından güvenilir bulunan en kapsamlı ve dengeli karşılaştırmalar hazırlanıyor.


THE, 2014 yılında tüm dünyadan yaklaşık on bin akademisyen ile görüşerek dünyanın en saygın akademik anketini gerçekleştirip bu sıralamayı oluşturdu. Sıralama oluşturulurken elli milyon bilimsel atıf incelendi. Aynı alanda eşit değerdeki çalışmalar 5 kategoride toplanan 13 farklı parametre esas alınarak söz konusu sıralama ortaya çıktı. THE sıralaması, uluslararası modern üniversitelerin temel görevleri olan bu beş kategoriyi inceleyen dünyadaki tek sıralama.
 
Başarılı üniversitelerin eğitim, araştırma, atıf, gelir ve uluslararası toplumdaki konumu gibi 5 kategoride, 13 farklı parametre ile sıralandığını belirten THE yetkilileri, kriterlerin hepsinin dengeli olması gerektiğini vurgulayarak, en önemlisinin araştırma atıf sayısı ve üniversitelerin uluslararası alanda bilinirlikleri yani itibar kriteri olduğunun altını çiziyor.

THE yetkililerinin değerlendirmesine göre: Geçen yıl ilk 200 sıralamasında bir üniversite ile yer alan Türkiye, bu yıl dört üniversitesi ile ilk 200 sıralamasına girerek ülke olarak dikkat çekici bir gelişme gösterdi. Bu başarıda bilimsel makalelerin aldığı atıf sayısının etkisi olduğu vurgulandı. Ayrıca, Türkiye’de genel olarak araştırma ve geliştirmeye yapılan yatırımın artmasının ülkedeki üniversiteleri de araştırma konusunda motive ettiği de belirtildi.

13 parametre esas alınarak gerçekleştirilen dünyadaki yegane sıralama olan THE sıralamasında sözü edilen 13 parametre beş kategoriye ayrılmış ve aşağıdaki oranlarda ağırlık verilmiş:


•    Öğretim: üniversitenin öğrenim ortamı (toplam puanda %30 ağırlık)
•    Araştırma: hacim, gelir ve itibar (%30 ağırlık)
•    Atıflar: araştırmadaki etkinlik (%30 ağırlık)
•    Sanayi desteği: yenilikçilik (%2,5 ağırlık)
•    Uluslararasılık: personel, öğrenci ve araştırma (%7,5 ağırlık)

Tüm listeyi görmek için tıklayınız.

Önce İnsan

Üstün Ergüder: “Benim için akıllı insan mantığını, aklını kullanan biridir, ama daha akıllısı başkalarını dinleyerek onların akıllarından yararlanıp üstüne bir şey koyan birisidir. Onun için diyalog şarttır, takımla uyum şarttır.”


“Birtakım mesleki, siyasi hırsların, dini ve etnik aidiyetlerin insan ilişkilerinin önüne geçmesine hiç müsaade etmem.  İnsan benim için çok kutsaldır.”

2014-2015 akademik yılının ilk Çarşamba Sohbetleri’nin konuğu Üstün Ergüder. Üstün Bey elli yılı aşan kariyerinde önemli çalışmalara imza atmış, ülkemizde ve dünyada özellikle eğitim dünyasının, akademik çevrelerin çok iyi tanıdığı bir isim. Şerif Mardin ve kurucu rektörümüz Tosun Terzioğlu ile birlikte Sabancı Üniversitesinin ilk üç Emeritus öğretim üyesinden biri. 1992-2000 yılları arasında Boğaziçi Üniversitesinin iki dönem rektörlüğünü yapan Üstün Bey Sabancı Üniversitesi’nde özgün bir yapıya sahip olan İstanbul Politikalar Merkezi İPM’nin kurucu direktörlüğünü yaptı. Merkezi Bologna'da bulunan Yükseköğretim Kurumsal Özerklik ve Akademik Özgürlük İzleme Merkezi (Magna Charta Observatory) konsey üyeliği ve başkanlığını yaptı. Bu göreve getirilen ilk Türk akademisyen oldu. 

Yaptığı çalışmaları bu söyleşinin çeşitli bölümlerinde zaten okuyacaksınız fakat asıl vurgulamak istediğim Üstün Beyin kişilik özelliği. Sabancı Üniversitesine başladığı 2001 yılından beri kendisini tanıyorum, İPM ve Eğitim Reformu Girişimi (ERG)’nin birçok işinde birlikte çalıştık. Onüç yılı bulan bu süreye ilişkin aklımda kalan, Üstün Beyin olaylara hep olumlu tarafından bakması, her zaman yapıcı olması, çevresindeki tüm insanlara saçtığı bilinçli iyimserlik, güven duygusu, hangi yaşta ve unvanda olursa olsun herkesin uzmanlığına, tecrübesine, görüşüne saygı göstermesi, değer vermesi ve dikkate almasıdır. Yıllarca ERG’de kurduğu ekibi izleme fırsatım oldu, iyi eğitimli, gencecik insanların onun yanında yaptıkları işin kıymetinin bilineceğinden emin, görüşlerini savunurken duydukları güven Üstün Beyin gözlerinin içi gülerek çevresine yaydığı enerjinin sonucudur.  

Ekibinizdeki herkes sizden sevgi ve saygı ile söz ediyor. Hiç kimse sizinle ilgili olumsuz bir yorumda bulunmuyor.  ERG’de çok genç bir ekip ile çalışıyorsunuz, insanları yönetmenizden söz etsek.

Hayatta hep şuna inanmışımdır: Aksi ispat edilmedikçe herkes iyi niyetle iş yapar. Herkes bir yere gitmek, bir şey başarmak ister. Hiç kimse gerilemek ya da kötü iş yapmak için orada değildir. O nedenle insanların önünün açılması gerektiğine inanıyorum. Ayrıca da insanların birbirlerinden çok şey öğrenebileceklerine inanıyorum. Benim için akıllı insan mantığını, aklını kullanan biridir, ama daha akıllısı başkalarını dinleyerek onların akıllarından yararlanıp üstüne bir şey koyan birisidir. Onun için diyalog şarttır, takımla uyum şarttır. Boğaziçi Üniversitesinde rektörlük yaparken bu inançlarım, pekişti, güçlendi. 1992 yılında Rektör olduktan sonra baktım yapılacak dağ gibi iş var. Ancak bir takım ruhu yaratabilirsek bu kadar çok işin altından kalkabiliriz diye düşündüm. Beraber düşünen ve hareket edebilen çok kaliteli insanlardan oluşan bir grup yaratabilirsem çok yol alırız diye karar verdim. Bu nedenle çok yetkin ve kaliteli atamalar yapmam gerekirdi Mesela rektör yardımcılarımın hepsi rektör adayıydı, seçimlerde rakiplerimdi. Her biri çok başarılı rektör olabilecek kimselerdi. Önemli olan onlarla beraber bir takım ruhu içinde çalışabilmekti. Bunu da başardığımı düşünüyorum. Nasıl oldu bu? Yetki dağıtarak, onları organize ederek, sorumluluğu üzerime alıp ama yetkileri onlara vererek o şekilde bir çalışma sistemi oluşturduk. Sonra bu yaklaşımı ERG’de, İstanbul Politikalar Merkezinde tatbik etmeye uğraştım. Çok ta faydasını gördüm, 77 yaşına geldim bana bu yaklaşımın, yani insanlara güvenmenin, hiç zararını gördün mü derseniz? Valla hatırlamıyorum bile, bu kadar senedir bu işi yapıyorum belki 1-2 defa olmuştur ama onlar da unuttuğum hadiseler, hiçbir zararını görmedim, hep kazandım. Hele Türkiye gibi bir yerde bu çok önemli bir şey. Çünkü Türkiye hep şüpheler üzerine kurulu, insanları birbirlerinden şüphelenen bir ülke. Birbirimizi görünce seni çok seviyorum der, sarılırız, öpüşürüz ama eninde sonunda da hep bir tedirginlik vardır, herkes beraber çalışmayı bilmez, birbirine güvenmez. Türkiye gibi bir yerde eğer güven yaratabiliyorsan bu bulunmayan bir şey olduğu için sonucunu çok güzel alıyorsun. Yani insanlar onlara güvendiğini hissedelerse olmayan bir şey verdiğin için beklenenden çok fazlasını sana veriyorlar.

Evet.

Bu paradan da güçlü, her şeyden güçlü bence. O şekilde çok yol alabiliyorsun. Benim hayat tecrübem bu. Nüfusu genç olan ülkemizde gençlerle çalışabilmek de çok önemli. Gençlerle çalışmayı rektörlükte öğrendim diyemem, gençlerle iş yapmayı hoca olarak öğrendim. Boğaziçi Üniversitesine ilk geldiğim sene siyaset bilimine giriş dersim vardı. Bu dersteki öğrenci ile aramda yalnızca on iki yaş fark vardı. Yıllar geçtikçe o yaş farkı giderek açıldı. İlk günlerde benden on iki yaş küçük olan o ilk örencilerim benimle birlikte yaşlandılar.  Kuşak olarak aramızda pek fazla fark kalmadı. Ama siyaset bilimine giriş dersindeki öğrenciler 20 yaş civarında kaldılar. Giderek benden çok daha genç kuşaklara ders anlatmaya başlamıştım.  O dersi iyi vermek için de o gençleri anlamanız, kullandıkları dili ve terimleri öğrenmeniz, onlar gibi dünyaya bakmayı öğrenmeniz gerekiyor.  Sanırım bu deneyim beni ERG’de gençlerle birlikte çalışmaya hazırladı. 

Evet, tek doğru tek bilgi diye bir şey yok yani bir kişi en iyisini bilir, en doğrusunu bilir demek doğru değil.

Bence öğretim üyeliği devamlı öğrenmek demektir, kafanı, radarlarını devamlı açık tutmak demektir.  Bu yalnız araştırma yapmak ve okumakla olmaz. Meslektaşlarından ve öğrencilerinde de öğrenmen gerekir.  Bu nedenledir ki üniversitelerde hem iyi akademik kadro hem de iyi öğrenci çok önemlidir. Örnek vereyim. Bugünkü başbakanımız Ahmet Davutoğlu öğrencimdi; benden hem lisans hem de lisansüstü düzeyde bir kaç ders aldı. Tez danışmanlarından biriydim. Kendisinden İslam siyasi felsefesi hakkında çok şey öğrendiğimi hatırlıyorum. 

İyi lider olmanın özelliklerinden biri bu sanırım.

Ben Türkiye’de insanlara insan gibi muamele etmeyi çok geçerli bir metot olarak görüyorum. Örneklerle anlatmaya çalışayım. Bana arkadaşlarım, değişik kimseler, Boğaziçi kampüsü senin zamanında çok temizdi derler. Şimdi geriye dönüp ne yaptım diye düşünüyorum. Her gün gidip insanların başında boza pişirmiyordum. “Çöp atmak yasaktır” diye plaketler asmıyorduk etrafa. Ama, çöpsüz bir dünyada hayat daha güzeldir gibi duyurular çıkartıyorduk. “Yasaktır” lafını hiç kullanmıyorduk.  Kampüsteki meydanları temizleyen meydancılar,  binalara bakan idari personel vardır. Onların başında boza pişirip burası niye pis, alın bu adamı görevden gibi davranışlar içinde hiçbir zaman bulunmadım. Onun yerine gidip o insanlarla hürmet eden bir şekilde konuşuyordum. Meydanı temizleyen arkadaşların bir çayını içip, konuşup onların benim temizlik hastası olduğumu bilmelerini sağlıyordum. Yaptığım başka bir şey yoktu. Yürüdüğüm bir yerde çöp görürsem gocunmadan alır ve çöpe atardım. Hatta komik bir hadise oldu bir gün, bir kızcağızla, bir oğlan kampüsün Boğaz manzarası enfes bir köşesinde çimler üzerine oturmuşlar. Birbirleri ile çok meşguller.  Yanlarında da kumpir, kahve bardakları falan var, çimin üstünde duruyor. Epeyce pis ve dağınık bir görüntü. Oğlanın sırtına hafifçe değdim, başını kaldırıp geriye baktı. İşiniz bitince sonra bunları çöpe atmayı unutmayın dedim. Tabii, bunun dedikodusu yayılıyor adam temizlik hastası diye. İnsanlara iyi davranıyorsan, iyi konuşuyorsan yani hürmet ediyorsan sonuç almak daha kolay oluyor.

Evet, korku ile ezerek yönetmek liderlik etmek değil de, sevgi, saygı anlayışla. 

Bir de yaptığım en iyi işlerden biri Boğaziçi kampüsünde çok dolaşmaktı. Kimse benim ne zaman hangi saatte, hangi kapıdan gireceğimi bilemezdi. Zaten ben de bilmez, nereye gideceğimi son anda karar verirdim. O zaman bu adam buradan da geçer, buradan da, en ücra köşeden bile birden çıkabilir diye düşünülürdü. Gündüz rektörlükte oturmazdım hep dolaşırdım. Binalara gider onunla, bununla konuşurdum, bölümlere, laboratuvarlara gider ve ne oluyor ne yapıyorsunuz diye herkesle sohbet ederdim. 

Ortalıkta dolaşmanın çok faydası vardı değil mi?

Her dakika etrafta olacaksın, bu adam her yerde dolanıyor diyecekler. Amerikalılar başarılı iş yapmanın yarısı “being there”, yani orada olmaktır derler.  Çok doğrudur,

Sabancı Üniversitesi ile ilk tanışmanız nasıl oldu?

Sabancı Üniversitesi’yle tanışıklığım arama konferansları vesilesiyle başlamıştı. İlk arama konferansı Durusu’da Robert Kolej’den tanıdığım Ali Üstay’ın sahibi olduğu Durusu Park Oteli’nde 18-20 Ağustos 1995 tarihlerinde yapıldı. Bir hafta sonuydu. Ben de davetliydim. Bundan önce 1992 yılında, rektörlüğümün ilk aylarında rahmetli Sakıp Sabancı, eski mezunlarımızdan Güler Sabancı ile birlikte beni ziyaret etmişlerdi. Üniversite kurmayı düşünüyor, yükseköğretime yatırım yapmak istiyorlardı. Yapacakları yatırımları Boğaziçi Üniversitesine yönlendirmeye çalışmıştım. Onlarsa düşünüp taşınıp eninde sonunda Sabancı Üniversitesi’ni kurmaya karar vermişlerdi.

Durusu’da gerçekleştirilen ve iki gün süren konferans ilginç olduğu kadar öğretici de bir buluşmaydı. Yeni ve yenilikçi olması arzulanan bir üniversitenin temelleri atılıyordu. Dünyanın dört bir tarafından akademisyenler, iş adamları, sivil toplum yöneticileri Durusu’ya gelmişlerdi. Şerif Mardin, Nur Yalman, Işık İnselbağ, Ahmet Aykaç, Nilüfer Göle, Bülent Eczacıbaşı, Kemal Gürüz, Kemal Derviş, Ahmet Evin, Banu Onaral, Muhittin Oral, Soli Özel, Ömer Saatçioğlu, Nakiye Boyacıgiller, hatırlayabildiğim tanıdıklarım ve arkadaşlarım. Katılanların içinde daha birçok tanınmış insan bulunuyordu. Arama konferansları daha sonra da devam etti. Her ne kadar süreci uzaktan izlediysem de aktif olarak dahil olamayacağım için sonraki toplantılara katılmadımGelişmelerle ilgili notları bana gönderiyorlar, arada bir neler olup bittiğinden beni haberdar ediyorlardı. Gelen notlara verdiğim yanıtlar dışında Sabancı Üniversitesi kurulana kadar süreçle pek ilişkim olmadı. 

Siz aslında üniversitenin sisteminin iskeleti oluşturulurken dolaylı da olsa sürece dahil olmuşsunuz. Peki daha sonra neler oldu?

Sonraki ilişkim Tosun Terzioğlu’nun kuruluş yıllarında Sabancı Üniversitesi’ne rektör olmasıyla devam etti. Orhanlı-Tuzla kampüsü devreye girmeden evvel üniversite Karaköy’de Minerva Han’daydı. Bu arada kampüs inşaatı da başlamıştı. Tosun’un evi de Boğaziçi Üniversitesi’ne yakındı. Bana da, rektörlüğe, arada bir uğrardı. Üniversiteler arası işbirliğine çok inanan birisiyim. Hep bazı bölümlerimizin diğer üniversitelerdeki bölümlerle ortak programlar geliştirmelerini isterdim. Tosun’un Sabancı Üniversitesi’nin kuruluş yıllarında bana yaptığı ziyaretlerde bu tür işbirliği konularını konuşurduk. Hatta Tosun’un kafasında, Boğaziçi, Koç, Bilgi ve Sabancı Üniversiteleri matematik bölümlerinin işbirliği çerçevesinde öğrencilerin derslerini değişik üniversitelerde alabilmelerini sağlayacak somut bir proje de vardı.

Sabancı Üniversitesi’nin kuruluş aşamasında beni heyecanlandıran diğer bir olay Üniversitelerarası Kurul’a onay için sunulan akademik yapısıydı. Kanımca bu yapıyla önemli bir inovasyon yapılıyor ve 1982’de YÖK tarafından gerçekleştirilen tek tip akademik yapıda önemli bir rahne açılmış oluyordu. Bu da benim hoşuma gidiyordu. Üniversitelerin akademik yapılarını ve programlarını tespit etmekte kurumsal özerkliğe sahip olmaları çok önem verdiğim bir ilkedir. Üniversite demek çeşitlilik demektir, aykırıyı düşünebilmek, yükseköğretim hayatına yenilik getirebilmek demektir. Tek tip akademik yapılanmada ısrar etmenin, yükseköğretim hayatımız için hiçbir faydası yok. Birilerinin yeni yapılarla, disiplinlerarası tasarımlarla deneyim yapması herkesin yararına. Sabancı Üniversitesi’nde geliştirilen akademik yapı başarılı olursa benzer modelleri başka kurumlar da uygulayabilir veyahut kendi tasarımlarını geliştirebilirlerdi. Böyle bir kurumsal özerklikten yükseköğretim hayatımızın kazançlı çıkacağına kuvvetle inanıyordum.

Sabancı Üniversitesi’nin, bölümlerin bulunmadığı akademik yapısı ve disiplinlerarası programları incelenmek üzere Üniversitelerarası Kurul komisyonlarına (ÜAK) havale edilmişti. Ben ise ÜAK Sosyal Bilimler Komisyonu başkanıydım. Komisyon İktisadi ve İdari Bilimler ile Fen-Edebiyat Fakülteleri dekanlarından oluşuyor ve ÜAK’a sosyal bilimler ile ilgili program tekliflerini inceleyip önerilerde bulunuyordu. Sabancı Üniversitesi’nin sosyal bilimler yapılanma teklifi bu şekilde önüme geldi. Mühendislik ve Fen yapılanması ise ODTÜ Rektörü Süha Sevük’ün önüne gitmişti. Süha, Fen ve Mühendislik Komisyonu başkanıydı. Her iki komisyondan da Sabancı Üniversitesi’nin yapılanması hakkında olumlu görüş çıktı. Sabancı Üniversitesi için önerilen yapı özellikle beni heyecanlandırmıştı çünkü bana 1970’li yılların Boğaziçi Üniversitesi’ni ve disiplinlerarası karakterli Sosyal Bilimler Bölümü’nü hatırlatıyordu. Ayrıca YÖK’ün tek tip sisteminde böyle bir delik açılması beni sevindirmiş, önerinin sonuna kadar desteklenmesi konusundaki görüşümü pekiştirmişti.

Sabancı Üniversitesi’nin akademik yapılanması Üniversitelerarası Kurul’da tartışıldı ve komisyonların görüşleri doğrultusunda kabul edildi. Ancak, tartışmalar garibime gitmişti. Birçok Kurul üyesi arkadaşım bunu bir fırsat olarak görmemiş, bizde yoksa onlarda da olmasın yaklaşımıyla olumsuz bir tutum içine girmişlerdi. Düğümü çözen YÖK Başkanı Kemal Gürüz oldu. Onun desteğiyle Sabancı Üniversitesi’nin teklifi ÜAK’den geçerek kabul edildi. 

Genel olarak öncelikleriniz nedir? 

Bence insani ilişkiler önemlidir. Birtakım mesleki, siyasi hırsların, dini ve etnik aidiyetlerin insan ilişkilerinin önüne geçmesine hiç müsaade etmem.  İnsan benim için çok kutsaldır. 

Ailenizden söz etsek. Çocukluğunuz nerede geçti? Nerelisiniz?

Babam çok başarılı bir doktor-cerrahtı. Gülhane Askeri Tıp Akademisi’ndeydi. Ankara’da büyüdüm ben. Ama Ankara’da ne zamana kadar büyüdüm? 1948 yılına kadar. O yıl, Sarar ilkokulunu bitirdikten sonra İstanbul’a Robert Kolej’e geldim, ama ailem hep Ankara’daydı. 1957’de mezun olduktan sonra lisans için İngiltere’ye Manchester  Üniversitesine gittim, oradan da doktora için Amerika’ya. Ailem Ankara’da olduğu için bir ayağım Ankara’daydı ama bana “Ankaralı” demek güç. Zaten annem ve babam 1984’te İstanbul’a taşındılar. Aslında bana İstanbul Bebek’li demek daha doğru. Sabancı Üniversitesine gelene kadar bütün hayatım Bebek, Arnavutköy, Etiler civarında  geçti. Karaköy’ü yeni yeni keşfetmeye başladım. Orhanlı-Tuzla’da öyle. Karaköy’ü, Beyoğlu’nu pek bilmezdim.  Robert Kolej’de öğrenciyken Beyoğlu’na sinemaya giderdik, o kadar. İstanbul’u şimdi öğreniyorum ve büyük zevk alıyorum şehir içinde dolaşmaktan, yürümekten, toplu taşıma araçlarına binmekten.

Beni Robert Kolej’e gönderen, İngiltere’de tahsile gitmemi ısrar eden babamdır. Bir kız kardeşim var.  İki evliliğim oldu. İlk hanımım Tina, İsviçreliydi.  Amerika’da birlikte olduk. 1962’nin yazı İstanbul’da tanıştık, ABD’ye giderken,  gidiyorum, gelir misin dedim, geldi, doğru dürüst ortak lisanımız bile yoktu. Kısa bir süre sonra da büyük kızım oldu. Anneannemin adını verdik, Faika çok başarılı iş kadınıdır. Yorum Ajansın direktörü, CEO’su. İkinci evliliğim Rukiye’yle. Rukiye benim öğrencimdi, tam mezun olurken evlendik, ondan da ikinci kızım Canan var. Canan tiyatrocudur. Şu anda dizi oyunculuğu yapıyor. Kızlarımın ikisi de kendi başlarına buyruk, şahsiyeti, kişilikleri olan çocuklar. Rukiye’yle kırk yıldır evliyiz. İlk evliliğim de on yıl sürmüştü, yarım asırdır evliyim. 

Kız babası olmak bambaşka bir şey değil mi? 

Ben hep kız istedim, çocuklarım kız oldu. Kaç çocuğun var derlerse, 1+1 diyorum. Faika’dan iki torunum var. Faika 50 yaşında oldu, Canan 38 yaşında. Torunlarımın biri kız diğeri erkek. Cengiz 26, Melis 22 yaşında. 

Mesleğinizi bilinçli mi seçtiniz?

Hayır, bilinçli seçmedim mesleğimi. Hikayesini anlatabilirim istersen. 

Evet, lütfen. Eminim enteresan bir hikayedir.  

Benim aslında akademik kariyer haritamda yoktu. İngiltere’ye giderken dönü Dışişlerine girmeyi düşünüyordum. İngiltere'de okurken ilgi duymaya başladım sosyal bilimlere, tarihe, siyaset felsefesine. Çok iyi hocalarım oldu İngiltere’de. 1961 senesinde Ankara’ya döndüm. Ankara’da Dışişleri’ne girmek için teşebbüste bulundum. O zamanlar ya İstanbul’da özel sektöre girersin, veyahut ta Ankara’da devlet için çalışacaksan tercih Dışişleri olurdu. Neyse, Dışişleri sınavına girdim gelir gelmez, beni medeni hukuktan çaktırdılar, ama İngilizceden birinci oldum, 1961’in Ekim, Kasım aylarında sınavın bir daha açılacağını ilan ettiler. Ben o arada boş kalmamak için gittim Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde İdari Bilimler fakültesinde asistan olarak çalışmaya başladım.  Akademik hayatı ODTÜ’de tanımaya başladım. Ancak Dışişleri gündemimden düşmemişti.  Yavaş, yavaş İngiltere’ye dönüp doktora yapmak bana çekici gelmeye başlamıştı.  ODTÜ’de işe başladığım aynı gün rahmetli Arif Payaslıoğlu’da  İdari Bilimlerin Dekanı olarak göreve başlamıştı. Arif beyle ilk konuşmamda bana “sen buraya Amerika’ya gitmek için girdiysen, unut onu seni göndermeyeceğiz” dedi. Niye dedim. Sen İngiltere’de okumuşsun. Türkiye’yi tanımana ihtiyaç var.  Doktoranı Siyasal Bilgiler Fakültesinde yap dedi. Garibime gitti.  Sanki İngiltere’de okumuş olmak bir suçmuş gibi davrandı.  Bir taraftan da hak verdim. Türkiye’yi daha iyi tanımama fırsat olur Ankara Üniversitesinde doktora yapmak diye düşündüm. Gittim Siyasal Bilgiler Fakültesine kaydımı yaptırdım ama program aksıyordu. Hocalar derslere düzenli gelmiyordu.

Nasıl yani?

Gidiyorsun, bugün yok hoca diyorlar, geri dönüyorsun. 

Dersler zaten haftada bir var. Bir tek Nermin Abadan Unat derslerine devamlı hiç sektirmeden geliyordu. Bir de Mehmet Gönlübol. Bir süre sonra tedirgin olmaya başladım.  ODTÜ’deki diğer arkadaşlar doktora için ABD’ye Cornell Üniversitesine gidiyorlar, ben ise ağır aksak yürüyen bir programla boğuşmak durumunda kalıyordum. Tam o sırada da Robert Kolej Yüksek, Rockefeller Vakfının burslarını duyuruyordu.  Amaç okula öğretim üyesi yetiştirmekti. Benim de eski okulum, o nedenle ilgilendim ve başvurdum.  Jüride siyaset bilimci Kemal Karpat vardı. Bursu bir şartla vereceklerini söyledi: Doktorayı ABD’de yapmak.  Ben İngiltere’ye gitmek istediğim söylemiştim.  Gerekçesi bana da mantıklı gelmişti: “İngiltere’de okumuşsun, değişik bir tecrüben olsun. Sosyal bilimler için bu çok önemli” demişti. Tamam dedim ve bursu kazandım. Onun üzerine gittim Arif beye “ beni Amerika’ya gönderecek misiniz” diye sordum.  Yanıtı hayır oldu ben de bunun üzerine ODTÜ’den istifa edip Robert Kolej bursuyla ABD’ye gittim.  Boğaziçi Üniversitesi maceram böyle başlamış oldu. Her halde ODTÜ’de kalsam rektör olamazdım.

Evet, gerçekten öyle. 

Bu arada Dışişleri bir sınav daha açtı, tam ben artık Amerika’ya gitmeyi düşünürken. O sınava da girdim. Bu sefer İngilizceden başarısız olmuşum.  Her halde bir kaç ayda İngilizcem çok gerilemişti!!!  Bu olay beni Dışişlerinden tamamen soğuttu.  Akademik kariyer önümde tek hedef olarak kaldı. 

Çok kritik bir şey olmuş. 

Tabii tabii, yani orada o dönemeç noktası oldu benim için, ondan sonra bir daha da arkama bakmadım, Dışişleri’ni de unuttum.

Enteresan bir öykü. 

Öykünün asıl enteresan tarafı, seneler sonra, sene 1991, Nermin Abadan Unat emekli oldu siyasal bilgilerden ve bizim Bölüme gelmek istedi.  Bazı arkadaşlar pek sıcak bakmıyorlardı. 

İtiş kakış mı var?

İstemiyorlardı, geçimsiz diyenler oluyordu.  Ben Bölüm Başkanıydım ve çok ısrar ettim ve sonunda Nermin hanım öğretim üyemiz oldu.

Siz rektör değildiniz…

Değilim o arada, bölüm başkanıyım, ama 3-4 ay sonra da rektör oldum. Nermin hanımı Bölüm’e almak için çok uğraştım. 1961-62 akademik yılında Ankara’da Siyasal Bilgiler’de doktora programına devam ederken disiplini, mesleğine bağlılığı ile beni çok etkilemişti. 

30 yıl önceki disiplin ve mesleki sorumluluk duygusu ile değil mi?

Evet, 30 sene evvel beni çok etkilemişti. Nermin Hanım şu anda 92 yaşında 5 kat yukarı çıkıyor ders veriyor. Öğrencileri etrafında pervane.  Bölümde çok seviliyor.

Devam edecek…


Abone ol