Ana içeriğe atla

Göç Perspektifinden İstanbul: 1980-2017 Dönemi

"İstanbul Perspektifleri Söyleşi Serisi"nin Ocak ayı konuğu Murat Güvenç:

İstanbul şehrinin göç açısından çekiciliği son 35 yılda yüzde 33 oranında azaldı

Sabancı Üniversitesi İstanbul Politikalar Merkezi’nin (İPM) İstanbul kültür-sanat hayatının şekillenmesinde etkin rol oynamış aktörler ve İstanbul kentini farklı boyutlarıyla araştıran akademisyenlerle izleyicileri buluşturan "İstanbul Perspektifleri" söyleşi serisinin 11’incisine Kadir Has Üniversitesi İstanbul Çalışmaları Direktörü Murat Güvenç konuk oldu. Güvenç, “Göç Perspektifinden İstanbul: 1980-2017 Dönemi” başlıklı konuşmasında geçen 35 yılda İstanbul’un destinasyon olarak çekiciliğini %33 oranında kaybettiğini söyledi.

İstanbul’un kültürel dokusunun 1980’lerden bu yana nasıl şekillendiğini ve dönüştüğünü anlamlandırabilmeyi mümkün kılacak bir tartışma platformu yaratmayı amaçlayan "İstanbul Perspektifleri Söyleşi Serisi"nin 11’incisinde Kadir Has Üniversitesi İstanbul Çalışmaları Direktörü Murat Güvenç ağırlandı. Sabancı Üniversitesi İstanbul Politikalar Merkezi’nin (İPM) İstanbul kültür-sanat hayatının şekillenmesinde etkin rol oynamış aktörler ve İstanbul kentini farklı boyutlarıyla araştıran akademisyenlerle izleyicileri buluşturan söyleşilerinde; kentin kültürel dokusunun dönüşümü, mimarlık, görsel sanatlar, sanat piyasası, festival kültürü, sahne sanatları, göç, yeme-içme kültürü, kentin sanatsal temsilleri, tüketim kültürü gibi boyutları içeren farklı perspektiflerden ele alınıyor. 

“Göç Perspektifinden İstanbul: 1980-2017 Dönemi” başlıklı Ocak ayı İstanbul Perspektifleri buluşmasının bu ayki konuğu  Murat Güvenç  konuşmasında:

  • Toplum bilim alanında* uluslararası (ulus-aşırı) göçlerin ağırlık kazandığı, buna karşılık iç göç araştırmalarının yükselen hareketlilik çalışmaları altında yeniden tanımlandığı kapsamlı bir dönüşüm süreci örneklerle tanıtıldı.
  • Yoğun uluslararası göç daha popüler bir konu olduğundan, Türkiye'deki “iç göç” alanının sergilediği dönüşümlerin gündemin ilk sıralarına yükselemediği, oysa toplumsal, mekânsal, kültürel, siyasi ve iktisadi sonuçları itibariyle, “iç göçün ”, en az “dış göç” kadar önemli bir araştırma alanını oluşturduğu vurgulandı.
  • “İç göç” alanında yeni bakış açıları ve yeni veri tabanlarına ilişkin kısa bir girişin ardından “İstanbul Kentsel Bölgesi”ni şekillendiren göç görüntüleri “Türkiye Göç Alanı”nın sergilediği değişim ve süreklik eğilimlerine referansla, ilçe düzeyinde, 1980-2000 dönemi için Genel Nüfus Sayım Örneklemleri, 2012-13 ve 2016-17 yılları için Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi verileri üzerinden değerlendirildi.
  • İstanbul Kentsel Bölgesiyle ilgili tamamlanma aşamasındaki TÜBİTAK Projesinden elde edilen bulgularla desteklenen sunuş 1980 sonrası Göç ve Bölge içi hareketlilik örüntülerini akım haritaları eşliğinde gerçekleşti

Göç istatistiklerine bakıldığında Türkiye’nin yeni bir beşeri coğrafyanın eşiğinde olduğunun ve meselenin hem kantitatif hem de kalitatif sonuçları olduğunu ifade eden Güvenç, “İstanbul’a gelen göçün üç bileşenli bir iş pazarı  katmanlaşmasına katıldığını vurguladı.  Bu yapıda  “yapmak için beceri gerektiren” işgücünün Metropollerden (özellikle Ankara), kimsenin yapmak için rekabet etmediği işlerin Güney Doğu illerinden gelenlerce tutulduğunu, nihayet mütevazi beşeri kapital sahiplerine görece yüksek getiri ve birikim olanağı sağlayan işlerin ise hemşehrilik ağları üzerinden elde edildiğini vurguladı. 

Göçün, bölgesel siyasi ve sosyal eğilimleri tadil ettiğini vurgulayan Güvenç,

Göç akımlarının izlerinin şehrin gen haritası yorumlanabileceğini vurguladı.  1985 yılında Türkiye’de hareket eden 3 kişinden biri İstanbul’a geliyordu. İstanbul’un iç göçte bir destinasyon olarak çekiciliği 35 yılda %33 oranında azaldığına, İstanbul çıkışlı göçün  %18’inin İstanbul ili dışına çıktığına işaret etti. Geçtiğimiz 35 yılda düzenleyici bir göç politikasının olmamasına rağmen yerleşme sisteminin kendi kendini düzenleyen niteliğinin ağırlık kazandığını vurguladı.  İstanbul’un dışarıya verdiği göçün aldığından fazla olduğunu, bu dönüşümün kendi kendine hiçbir planlama olmadan gerçekleştiğini vurguladı.  “İktisadi kültürel ve sosyal açıdan  İstanbul günümüzde eskisinden çok daha karmaşık bir oluşumdur” dedi. 

Söyleşinin moderatörlüğünü gerçekleştiren Asuman Suner, “İstanbul Perspektifleri” konuğu olarak 27 Şubat’ta Boğaziçi Üniversitesi’nden Zafer Yenal’i ağırlayacakları duyurusunu yaptı.

Murat Güvenç 

İstanbul St. Joseph Fransız Lisesinin ardından ODTÜ Mimarlık Fakültesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü’nde lisans (1976) ve aynı bölümde yüksek lisans dereceleri alan Murat Güvenç, 1978-2005 yılları arasında ODTÜ Şehir ve Bölge Planlama Bölümü’nde öğretim üyesi olarak çalışmıştır. İstanbul’un sanayi coğrafyası üzerindeki doktora çalışması ODTÜ Mustafa Parlar tez ödülüne layık görülmüştür. 2015 Ankara Yapısal Plan ekibinde yer alan Güvenç 2005’te İstanbul Bilgi Üniversitesinde kurulan Mimari Tasarım Yüksek Lisans Programı’na katıldı. 2006–2011 yılları arasında Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde misafir öğretim üyesi olarak Kent Sosyolojisi ve Veri Çözümleme dersleri vermiştir.

Veri görselleştirme, kent coğrafyası, sosyolojisi ve kurum tarihi konularında yayımlanmış eserleri vardır. Emlak Bankası 1926–1998 kurum tarihi kitabı ile Türkiye Seçim Atlası 1950–2009’un eş yazarıdır.

İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı’nca desteklenen projesi kapsamında İstanbul 1920–2010 sergisinin toplumsal ve ekonomik coğrafya tema küratörlüğünü yapan Prof. Güvenç, Kasım 2014’ten bu yana Kadir Has Üniversitesi İstanbul Çalışmaları Merkezi Müdürü olarak görev yapmaktadır. 

Sadece performans sanatına odaklanan ilk geniş çaplı sergi

Marina Abramović’in retrospektif niteliği taşıyan Türkiye’deki ilk büyük sergisi Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi (SSM)’nde 

Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi (SSM), Akbank’ın desteğiyle dünyaca ünlü performans sanatçısı Marina Abramović’i ağırlıyor. Marina Abramović + MAI, Akış / Flux sergisiyle 26 Nisan 2020 tarihine kadar Sabancı Üniversitesi SSM ve eşlik eden sergiyle Akbank Sanat’ta. 

Marina Abramović

Performans sanatının öncülerinden  Marina Abramović’in Türkiye’deki ilk büyük ölçekli retrospektifini içeren sergi 26 Nisan 2020 tarihine kadar 12:00 – 20:00 saatleri arasında ziyaret edilebilir. Sergi kapsamında aynı dönemde Akbank Sanat’ta ise Marina Abramović Institute’un dokümantasyon sergileri yer alıyor. 

Sabancı Üniversitesi SSM’de gerçekleştirilecek söz konusu dev proje; Marina Abramović Institute (MAI) işbirliğiyle Türkiye’den ve dünyadan performans sanatçılarıyla beraber geliştirilen canlı performanslar ve ziyaretçilerin katılımıyla tamamlanan Marina Abramović’in “Metod”unun deneyimlenmesinden oluşuyor. 

SSM ve MAI ortaklığında geliştirilen, Türkiye’de performans sanatının tarihini ziyaretçi için ulaşılabilir ve anlamlı kılmanın yanında performans sanatçılarını destekleme misyonu odağında şekillenen projede, Marina Abramović’in performanslarının video ve fotoğraf dokümantasyonunun yanında, sergi için geliştirilen performanslar da canlı olarak SSM galerilerinde yer alıyor. 


İstanbul’da gerçekleşecek ve sadece performans sanatına odaklanan ilk geniş çaplı sergi 

Sabancı Üniversitesi SSM Müdürü Dr. Nazan Ölçer Marina Abramović + MAI, Akış / Flux sergisiyle ilgili olarak şunları söyledi:

“2020’ye günümüzün en çok tanınan kadın sanatçılarından Marina Abramović’le giriyoruz… SSM olarak daha önce (2011) yaşayan en önemli çağdaş sanatçılardan Sophie Calle’i sanatseverlerle buluşturmuştuk.  Bu kez yine çok önemli bir kadın sanatçıya; Marina Abramović’e ev sahipliği yapıyoruz. İsmi performans sanatıyla özdeşleşmiş Abramović, müzemize ve İstanbul’a büyük bir projeyle geldi. Bu proje İstanbul’da gerçekleşecek ve sadece performans sanatına odaklanan ilk geniş çaplı sergi olacak. Müze olarak kendi çıtamızı biraz daha yükseltiyoruz. Sanatseverler alışılagelmiş bir serginin çok ötesini görecek, deneyimleyecek. Bu dev proje; sergi süresince her gün çoğunluğu Türk sanatçıların gerçekleştireceği canlı performanslardan, tabii ki Marina’nın 50 yıllık sanat hayatına ışık tutacak retrospektif sergisinden ve dünya performans sanatı literatürüne “Abramović Metod”u olarak giren ve ziyaretçilerin bire bir katılımıyla gerçekleşecek deneyimlerden oluşacak. İlk kez bir serginin başyapıtı ziyaretçiler olacak. Bu nedenle çok heyecanlıyız. Yine benzersiz bir iş yapmamıza olanak tanıyan Akbank’a çok teşekkür ediyorum.”  

1970’lerden itibaren yaygınlık kazanan bir sanat biçimi olan; objesiz, geçici ve ana bağlı sosyal bir süreç olarak bugün çok disiplinli bir biçimde icra edilen performans sanatının Türkiye’deki sanatseverler tarafından daha yakından tanınmasını ve tecrübe edilmesini amaçlayan proje üç bölüme ayrılıyor. 

Serginin ilk bölümü dünyanın en önemli yaşayan sanatçılarından Marina Abramović’in yaklaşık elli senelik kariyeri boyunca ürettiği ikonik performansların video ve fotoğraf belgeleriyle sanatçının çığır açan kariyerine ışık tutuyor. 

Ağustos 2019’da her tür performansla uğraşan sanatçılara yönelik yapılan açık çağrıya proje teklifleri ile cevap veren ve projeye davet edilen Türkiye’den ve dünyadan performans sanatçılarının pratiklerinin sunulacağı ikinci bölümde ise, müzenin ziyarete açık olduğu her gün, 12:00 – 20:00 saatleri arasında günde sekiz saat aralıksız olmak üzere, orijinal uzun süreli performanslar canlı olarak gerçekleştiriliyor. 

Marina Abramović sergisi, sanatçının eğitmenlik kariyeri boyunca sanatçılar için geliştirerek herkese sunduğu felsefe ve tekniklerle ziyaretçilerin bizzat katılımıyla farklı tecrübeler yaşadığı “Metod” bölümüyle son bulacak. Sanatçının seneler süren araştırmalar sonucunda geliştirdiği ve “başyapıtım” diye nitelendirdiği “Abramović Metodu”, insanları geniş çaplı, ortak katılımlı bir tecrübede bir araya getirerek kendileriyle ve birbirleriyle bağ kurmaya davet eden bir aktivite özelliğini taşıyor. Metod, özfarkındalığa ve keşiflere dair bir alan yaratarak; egzersizler ile ziyaretçileri fiziksel ve ruhsal hassasiyet, açıklık ve sükunetle buluşturuyor. 

Performans sanatının tarihinden yola çıkarak bugününü şekillendiren mirasın keşfedilmesine olanak sağlayacak sergilerde, Abramović ve Türkiye’den performans sanatçılarının çalışmaları tarihsel bir bağlam içinde ele alınıyor. Dokümantasyon sergiler, bu disipline aşina olmayan ve bir bütünlük içerisinde görmek isteyecek ziyaretçilere performans sanatını tanıtırken bir yandan da bu alan üzerine devam eden yerel diyaloğa katkıda bulunuyor. 

Marina Abramović’in İstanbul projesi; sanatçının Belgrad’da 21 Eylül 2019’da ziyarete açılan “The Cleaner” adlı sergisiyle beraber, doğduğu Balkan topraklarına dönüşünü de temsil ediyor. 

Detaylı bilgi için tıklayınız.  

Öğretim Üyemiz Ali Koşar TÜBİTAK İkili İşbirliği Programı desteği aldı

Sabancı Üniversitesi Mühendislik ve Doğa Bilimleri Fakültesi (MDBF) Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ali Koşar’ın projesi TÜBİTAK ile Rusya Temel Araştırmalar Vakfı (RFBR) arasındaki ortak araştırma projelerini destekleme çağrısı kapsamında desteklenmeye hak kazandı.

Ali Koşar

Ali Koşar’ın desteklenen proje bütçesi ile bir yüksek lisans ve bir doktora öğrencisinin desteklenmesi planlanıyor. 

Prof. Dr. Ali Koşar’ın projesine ait bilgiler: 

Proje Yürütücüsü

Projenin Yürütüleceği Birim

Proje Başlığı

Proje Ekibi

Prof. Dr. Ali Koşar

SUNUM

Enhancement of Heat Transfer at Pool Boiling and Flow Boiling in Mini/Microchannels Having Functional Surfaces Under Subatmospheric Conditions (SUBATMBOLINGWFUNCOAT)

Anton Surtaev, Novosibirsk State University, Rusya Proje Ortağı

Doç. Dr. Gözde İnce, MDBF, Danışman

Kısaltmalar:

MDBF: Mühendislik ve Doğa Bilimleri Fakültesi

SUNUM: Sabancı Üniversitesi Nanoteknoloji Araştırma ve Uygulama Merkezi

11 Şubat Uluslararası Bilimde Kadın ve Kız Çocukları Günü

Sabancı Üniversitesi Bilgisayar Bilimi ve Mühendisliği Programı Öğretim Üyemiz Berrin Yanıkoğlu, Biyoloji Bilimleri ve Biyomühendislik Programı 2010 mezunumuz Didem Ağaç Çobanoğlu ile Malzeme Bilimi ve Nano Mühendislik Programı öğrencimiz Elif Nur Dayı, STEM alanındaki deneyimlerini bu alanlarda eğitim almak isteyen öğrenciler için paylaştı.

11 Şubat Uluslararası Bilimde Kadın ve Kız Çocukları Günü

11 Şubat “Uluslararası Bilimde Kadın ve Kız Çocukları Günü” kapsamında hazırladığımız videoları aşağıdan izleyebilirsiniz.

Sabancı Üniversitesi Malzeme Bilimi ve Nano Mühendislik Programı öğrencimiz Elif Nur Dayı:

“STEM sizi hedef odaklı ve disiplinli bir insan haline getiriyor.”

Sabancı Üniversitesi Bilgisayar Bilimi ve Mühendisliği Programı Öğretim Üyemiz Berrin Yanıkoğlu:

“STEM eğitimi alan bir insan duyduklarını, gördüklerini bilimin süzgecinden geçirerek ele alabiliyor.”

Sabancı Üniversitesi Biyoloji Bilimleri ve Biyomühendislik Programı 2010 mezunumuz Didem Ağaç Çobanoğlu:

“Türkiye’nin ilk astronotu siz olabilirsiniz. Türkiye’nin en iyi kimyageri siz olabilirsiniz. Türkiye’nin en iyi bilgisayar programcısı siz olabilirsiniz. Sadece istemek ve inanmak lazım”

Uluslararası Bilimde Kadın ve Kız Çocukları Günü Hakkında

2015 yılında Birleşmiş Milletler, kadınların ve kızların STEM (Fen, teknoloji, mühendislik ve matematik) alanında eğitim ve araştırma faaliyetlerine katılımını teşvik etmek amacıyla 11 Şubat gününü “Bilimde Kadın ve Kız Çocukları Uluslararası Günü” olarak ilan etti.

11 Şubat “Uluslararası Bilimde Kadın ve Kız Çocukları Günü” kapsamında hazırladığımız videolarda emeği geçen Sabancı Üniversitesi Kıssa Film ve Fikir Kulübü öğrencilerine teşekkür ederiz.

Kıssa Film ve Fikir Kulübü Ekibi

Adnan Taha Özkanlı - Mühendislik ve Doğa Bilimleri Fakültesi

Efe Nazım Kıymaz - Yönetim Bilimleri Fakültesi

Gökay Akkoç - Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi

“İş Dünyası Yakın İlişkide Şiddete Karşı” Kitabı Yayınlandı

Sabancı Üniversitesi Kurumsal Yönetim Forumu,  İş Dünyası Aile İçi Şiddete Karşı Projesi kapsamında Business Against Intimate Partner Violence / A Case of Participatory Action Research and Social Action (İş Dünyası Yakın İlişkide Şiddete Karşı / Bir Katılımcı Eylem Araştırması ve Toplumsal Eylem Vakası)  kitabını yayınladı. 

Sabancı Üniversitesi Kurumsal Yönetim Forumu’nun (CGFT) İş Dünyası Aile İçi Şiddete Karşı (BADV) Projesi kapsamında yayınladığı yeni kitap Business Against Intimate Partner Violence / A Case of Participatory Action Research and Social Action (İş Dünyası Yakın İlişkide Şiddete Karşı / Bir Katılımcı Eylem Araştırması ve Toplumsal Eylem Vakası), şirketleri, kadınların yakın ilişkide erkekler tarafından uğradıkları şiddete karşı mücadelede aktif rol alan ve somut çözüm önerileri sunan paydaş olmaya davet ediyor.

Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi ve Kurumsal Yönetim Forumu Direktörü Melsa Ararat editörlüğünde İngilizce yayınlanan kitap, kadınların yakın ilişkide uğradığı şiddeti farklı perspektiflerden ele alırken, gelişmekte olan bir ekonomiye sahip G-20 üyesi Türkiye'ye odaklanıyor. Toplumsal cinsiyet alanında çalışmalar yürüten araştırmacıların yazılarının yer aldığı kitap, iki ana bölümden oluşuyor. İlk bölümde projenin temelini oluşturan araştırma verileri, proje organizasyonu ve uygulamasıyla ilgili bilgiler detaylı ele alınırken, toplumsal cinsiyet eşitliği ve kadına yönelik şiddetin ortadan kaldırılmasının neden iş dünyası tarafından ele alınması gereken bir konu olduğu anlatılıyor. İkinci bölümde ise İş Dünyası Aile İçi Şiddete Karşı projesinin arka planına ve bu alanda yerel bağlamda multidisipliner bir bakış açısıyla yapılan çalışmalara ışık tutuluyor.

Kitap genel anlamda işletme okulları ve iş dünyasını, “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği” başta olmak üzere Birleşmiş Milletlerin Sürdürülebilir Kalkınma Amaçlarına ulaşmak için ortaklıklar kurmaya teşvik ederek, eyleme dönüştürülebilir bilgi yaratmaya ve sosyal eylemi başlatmaya yardımcı olmayı hedefliyor.

Sabancı Üniversitesi Yönetim Bilimleri Fakültesi çatısı altında faaliyet gösteren Kurumsal Yönetim Forumu (CGFT) tarafından 2013 yılında hayata geçirilen İş Dünyası Aile İçi Şiddete Karşı Projesi, Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu (UNFPA) ve Sabancı Vakfı'nın desteğiyle ve Türk Sanayicileri ve İş İnsanları Derneği (TÜSİAD) iş birliğiyle yürütülüyor.

Kitaba ulaşmak için tıklayınız.

Collaboration Space Şubat 2020 Eğitimleri

Collaboration Space'ın birbirinden farklı konularda gerçekleştirdiği eğitimler Şubat ayında da devam ediyor. 

Collaboration Space Şubat Ayı Eğitim Programı

3D Print Eğitimi

10 Şubat 2020 – 14:30

20 Şubat 2020 – 20:00

25 Şubat 2020 – 13:30

3D Print eğitiminde katılımcıların 3D Printing teknolojisi hakkında bilgilenerek, 3D modelleme yazılımlarda ürettikleri modelleri, 3D baskıya hazır hale getirmeyi ve 3D yazıcılarda üretmeyi öğrenmeleri amaçlanmaktadır. 

Eğitime kayıt için tıklayınız.

-0-

Lehimleme Eğitimi

12 Şubat 2020 – 13:45

17 Şubat 2020 – 13:30

Bir çok çeşit projenin alt yapısını oluşturan elektronik devrelerin yapımında kullanılan lehim yapma konusunda temel bir eğitim pratik ile desteklenip düzgün lehim yapmanın püf noktalarının öğretilecektir. 

Eğitime kayıt için tıklayınız.

-0-

2D Tasarım ve Lazer Kesici ile Üretim Eğitimi

14 Şubat 2020 - 14:00

Tinkercad ile nasıl 2 boyutlu tasarım yapılabileceğini öğrenip tasarımınızı lazer kesici ile üreteceksiniz.

Eğitime kayıt için tıklayınız.

-0- 

Arduino Eğitimi (Simülasyon)

27 Şubat 2020 - 13:30

Arduino çok geniş kitlelerin kullandığı çok yönlü bir elektronik geliştirme platformudur. Katılımcı bu eğitimle Arduino yapısını ve temel kavramları tanır, Arduino için özelleştirilmiş C diline giriş yapar. Değişken tanımlamayı, fonksiyonları, kontrol yapılarını ve döngüleri öğrenerek temel programlama ve algoritma geliştirme yeteneği kazanır. Arduino ile kullanılacak donanımları tanır, Arduino ile simülasyon hazırlar ve eğitim içerisindeki örnek uygulamalarla hem kodlama hem donanım kısmını pekiştirir. 

Not: Eğitime gelirken bilgisayarlarınızı da yanınızda getirmeniz gerekmektedir.

Eğitim dili Türkçe'dir. 

Eğitime kayıt için tıklayınız.

-0- 

Prototip PCB Üretimi Eğitimi

18 Şubat 2020 – 14:30

LPKF CircuitPro üzerinden PCB prototipi işlemleri ve nasıl gerçekleştirileceği ilk elden denenecek ver prototip üretilecektir. Kontenjan 2 kişi ile sınırlıdır. 

Eğitime kayıt için tıklayınız.

-0- 

Sabancı Üniversitesi’nden Aselsan ziyareti

Sabancı Üniversitesi Rektörü Yusuf Leblebici ve Ankara Proje Ofisi Aselsan’ı ziyaret etti. Yusuf Leblebici söz konusu ziyarette Aselsan’ın Silah Sistem Teknolojileri (SST) Sektör Başkanı ve Genel Müdür Yardımcısı Mustafa Kaval ile görüştü.

soldan sağa: Eda Özcan,  İhsan Özsoy, Mustafa Kaval, Yusuf Leblebici, Elif Tepeli, Zekeriya Şahin

Görüşmede, Sabancı Üniversitesi ile Aselsan’ın entegrasyon ihtiyaçlarının yanı sıra özellikle malzeme teknolojileri ve giyilebilir elektronik ArGe alanlarında öne çıkan SST arasında halen devam eden işbirlikleri ve gelecek dönemde yapılabilecek ortak çalışmalar ele alındı.

Sabancı Üniversitesi ve Kordsa işbirliğindeki Kompozit Teknolojileri Mükemmeliyet  Merkezi (KTMM), Aselsan SST Genel Müdür yardımcılığı altında sürdürülen ATLAS projesinde paydaş olarak yer alıyor. Benzer şekilde Aselsan SST tarafından yürütülen CENKER ve benzeri büyük ölçekli savunma sanayi projelerinde de Sabancı Üniversitesi olarak yer alma isteği Yusuf Leblebici tarafından iletildi.   

“Fotoğraf bana müthiş bir odaklanma ve dünyadaki tüm olası sorunlardan soyutlanma fırsatı tanıyor”

#AkademisyeneSor'un yeni konuğu Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi Öğretim Görevlisi Murat Germen oldu.  

Murat Germen

Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi Öğretim Görevlisi Murat Germen 

“Fotoğraf bana müthiş bir odaklanma ve dünyadaki

tüm olası sorunlardan soyutlanma fırsatı tanıyor”

C.E-B.E-E.M: Şehir planlaması lisans, mimarlık yüksek lisans eğitimi aldınız. Peki, sonra neden fotoğrafa yöneldiniz?

M.G: Ben özgürlüğüne düşkün biriyim. Bunu bir marifet olarak söylemiyorum. Eğitimini aldığım her iki meslekte de, yani mimarlık ve şehir planlamasında çok büyük bütçeler söz konusu. Mesela bir müzisyensin ve bir parça yaptığında prodüksiyon masrafın çok fazla olmuyor. Bir müzik aleti çalabiliyorsan, sesin de iyiyse şarkı yapıp görece bağımsız bir şekilde ortaya çıkarabiliyorsun. Birileri ortaya çıkardığın şarkıyı, besteyi pek beğenmediği zaman yeni bir parça deneyebilirsin, beklediğin ilgi oluşmadı diye maddi anlamda batmazsın. Halbuki mimarlıkta öyle değil. 2-3 işte çuvallarsan hem para hem de prestij kaybedersin, bir daha kimse sana iş vermez. Mimarlık genellikle müşterinin bütçesiyle yapılıyor ve o kişi parayı bastırdığı için mimardan kendi istediği gibi bina yapmasını istiyor. Aynı müşteri acaba “Beni şu yöntemle ameliyat et veya tedavimi şu şekilde yap” diye bir doktora söyleyebiliyor mu? Zengin bile olsa kendini doktorun eline tamamen teslim ediyor, “Doktor kurban olayım beni bir şekilde sağlığıma kavuştur” diyor. Hâlbuki mimarlığa geldiğinde herkes fikir sahibi... Oysaki biz bu işin uzmanlığını okuduk, bize güven ve bırak o işin doğrusunu yapalım. Şehir plancılığında da mimarlıkta da parayı bastıranın buyurganlığı olduğundan “bu iş böyle yürümez!” dedim. Sürekli başkalarının direktifleri altında yaşayamam. O nedenle bu iki mesleği de icra etmiyorum.

C.E-B.E-E.M: Fotoğrafta kendinizi yeteri kadar özgür hissediyor musunuz?

M.G: Evet, hissediyorum. Mimarlık ve kent plancılığı eğitimleri gördüğüm için bazen bu iki alanı ilgilendiren bazı konularda bana sipariş üzerine belgesel nitelikte işbirliği talepleri gelebiliyor. Talepte bulunanlar çerçeveyi iyi belirlediği sürece, taleplerini iyi bir şekilde listelediklerinde ben onların istediklerini çekiyorum ama aynı zamanda kendi doğru bulduğum türden içerikleri de çekip desteye dâhil ediyorum. Bunları “bonus” olarak veriyorum ve beklediklerinden daha fazlası ellerine geçtiği için pek hoşlarına gidiyor. Kendi beklediklerinin ötesinde bir de benim bakış açımla çektiğim görsel tasvirleri görmüş oluyorlar. Fotoğrafın sanat boyutunda ise zaten özgürlük tamamen bana ait, ben hangi projeyi istiyorsam onun üzerine çalışabilirim ve kimse buna karışamaz, müdahalede bulunamaz. Karşı tarafta benim yaptıklarımla ilgilenen bir izleyici grubu olduğu sürece, istediğin her türlü konuyu çalışıp insanların önüne sunarak devam edebilmek olası.

C.E-B.E-E.M: Neden akademisyen oldunuz?

M.G: Aslında bu durum benim kontrolüm dışında gerçekleşti diyebilirim. Öğrenmeyi seviyorum, dolayısıyla elimdeki bilgiyi paylaşmayı da seviyorum. Buna “öğretmek” demek istemiyorum, bilgileri detaylandırarak aktarmak hoşuma gidiyor. Hal böyle olunca, Amerika’daki eğitimden döndükten ve askerlik hizmetimi yaptıktan sonra ve tam kafamda “aldığım eğitimlerle bağlantılı olarak neler yapabilirim?” soruları dolaşıyorken, Bilkent Üniversitesi’nin ilk kurulduğu yıllarda Mimarlık Fakültesi’nde hocalık yapan Yıldırım Yavuz beni okulda hocalık yapmaya çağırdı. Yıl 1993 ve ben 28 yaşındaydım, hocalık yapmak için genç bir yaş. Fikir hoşuma gitti ve tamam dedim. Ankara doğumlu olmam da işin cabası. Ailem ben doğduğumda görev icabı Ankara’da imiş, sonrasında İstanbul’a geri dönmüşüz. 93-94 akademik yılında bir senelik bir Bilkent tecrübem oldu, 94 başında eşimle tanıştım ve sonrasında İstanbul’a geri dönmeye ve hiç niyetim olmamasına karşın 94 Ekim’de evlenmeye karar verdik. Akademisyenliğe bir süre ara verdim. Sonrasında Bilgi, Yıldız, Yeditepe Üniversitesi gibi okullarda yarı zamanlı eğitim verdim. 2002’de Sabancı’da yarı zamanlı çalışmaya başlayıp, sonrasında tam zamanlıya geçtim. Sabancı’da çalışmaya başlamadan önce hayatımda çeşitli meslekler, işler ve çalışma ortamları denemiş ve değiştirmiştim. Hayatımda şu ana kadar en uzun süre bünyesinde kaldığım kurumsal yapılanma Sabancı Üniversitesi’dir ve bundan sonra da tek olacak. Burada olmaktan oldukça mutluyum; ben okul idaresine güveniyorum, onlar bana güveniyor. Olduğum halimle beni burada barındıran bir yapı, o anlamda müteşekkirim.

C.E-B.E-E.M: Sabancı Üniversitesi’nde verdiğiniz dersler nelerdir, içerikleri hakkında bizi bilgilendirir misiniz?

M.G: Fotoğraf mesleki ve sanatsal hayatımda merkezde olduğu için, başat derslerim fotoğraf dersleri. VA 328 ve VA 329 birbirlerinin devamı olan iki fotoğrafçılık dersi. Daha ileri seviye olan VA 329 çift kodlu yani aynı zamanda yüksek lisans öğrencilerimizin de alabileceği bir ders. Bunlar dışında Arayüz Tasarımı adlı bir dersim var, kulağa daha çok yazılımsal bir içerik gibi gelse de tümüyle bir fikir ve vizyon üretme dersi. Hayatta bir çok şey arayüz aslında; trafik ışığı, televizyonun uzaktan kumandası, akıllı telefonlar, işletim sistemleri, klavye, fare, fırın ve ocakların komuta düğmeleri, vb. Arayüz çok geniş bir kavram, ben derslerde sadece yazılımsal bir arayüze odaklanmaktansa yaşamsal arayüz kavramları üzerinden gidip çeşitli vizyon projeleri üretilmesini teşvik ediyorum. Öğrenciler Güz 2019 yarıyılında iklimsel değişim, küresel ısınma, enerji, müzik eğitimi, bilgisayar oyunu komuta arayüzü gibi farklı konularda işler ürettiler ve bazıları düşük bütçeler gerektiren prototipler inşa ettiler.

“VA 310 dersi okul ve mezuniyet sonrasındaki

yaşam arasında bir bağ kuruyor”

VA 310 ise 14 hafta boyunca ziyaretlerle geçirdiğimiz bir ders, Görsel İletişim Tasarım ve Görsel Sanatlar programından mezun olan insanların, mezuniyet sonrasında ya işbirliği yapabilecekleri ya da çalışabilecekleri ortamlara götürüyorum onları. Müze, matbaa, tasarım ofisi, ajans, sivil toplum kuruluşu gibi yerlere ziyaretler yapıyoruz. Bize gittiğimiz yerlerde ya işverenler ya da çalışanlar çeşitli sunumlar yapıyorlar, hem ben hem de öğrenciler sorduğumuz çeşitli detay soruları ile gittiğimiz yerin kendine has dinamiklerini keşfetmeye çalışıyoruz. Çocuklar mezun olduktan sonra ziyaret ettiğimiz yerlerde veya benzeri kurumlarda çalışmak isteyip istemeyecekleri konusunda bir farkındalık geliştirmiş oluyorlar bu sayede. Yararlı bir ders olduğunu düşünüyorum çünkü okul ve mezuniyet sonrasındaki yaşam arasında bir bağ kuruyor. Okullar bazı açılardan çok teorik kalabiliyor ve mezun olduktan sonra hiç beklemediğin bir hayatla karşılaşabiliyorsun, diğer deyişle sudan çıkmış balığa dönebiliyorsun. Sektörle sizlerin bağlantısını kurmaya ve mezuniyet sonrası ne gibi ortamlarda çalışabileceğinizi göstermeye çalışıyorum bu derste.

C.E-B.E-E.M: Lisans eğitimi mimarlık üzerine olmayan ancak ileride bu alanda çalışmak isteyenlere ne önerirsiniz?

M.G: Mimarlık, gerçekten de mimarlık eğitimi almayı gerektiren bir meslektir. Bu eğitimi almadan mimarlığa soyunanların ne gibi tuhaflıklar üretebileceğini çarpık kentleşmemizde görebiliyoruz. Mimarlık eğitimi birçok farklı konuyu bir araya getiriyor. İşin içinde yaratıcılık ve vizyon var, biraz sosyoloji, antropoloji var, ama aynı zamanda tasarladığınız şeyin ayakta durması da gerekiyor ve o nedenle yapı-statik algısı, bilgisi gerekiyor. Ben ilk İ.T.Ü.’de şehir plancılığı, sonra üzerine mimarlık okudum. MIT’de aldığım mimarlık yüksek lisans eğitimi 3.5 yıl sürdü çünkü mimarlık lisans eğitimim olmadığı için bazı temel lisans dersleri almam zorunluydu. Neredeyse 2. bir üniversite okumuş gibi oldum.

Mimarlığı iç mimarlık ölçeğine indirirsek, olay başka bir boyuta geliyor. İç mimara bir mimarın tasarladığı binanın içinde bir daire veriliyor ve iç mimar iç mekânı dekore ediyor. İç mimarın bir binanın dış hacmini tasarlamak ve şehirle olan ilişkisini kurmak gibi bir meselesi yoktur. İç mimarlık eğitimi almadan dekorasyon işine soyunan çokça insan var ve bazıları oldukça da tanınan kişiler. Konu hakkında herhangi bir mesleki eğitimleri olmasa da, zevk sahibi olmak sayesinde insanların evlerini hem onların istedikleri hem de kendi zevkleri arasında bir denge kurarak etkileyici iç mekan tasarımları yaratabilen insanlar var.

C.E-B.E-E.M: Okulun mimarisi hakkında ne düşünüyorsunuz?

M.G: Burada biraz eleştirel olmak istiyorum. Kampüs tasarımımız Amerikalı Cannon diye bir mimarlık şirketine yaptırıldı. Şikâyetlerimden bir tanesi şu; iç mekânlarda kerteriz noktası, referans alabileceğimiz bazı noktalar yok. Bu yüzden kendinizi kolaylıkla yönlendiremiyorsunuz ve kaybolabiliyorsunuz. Kendi fakülte binamda ilk çalışmaya başladığımda bunu hissetmiştim, derse çağırdığım misafirlerim de aynı şeyi hissediyor ve söylüyorlar. “Burası bir labirent gibi ve kayboluyoruz” diyorlar. Burada mimarın hacim ve sirkülasyon dengesi konusunda ustalığını konuşturması lâzım. Bina kare formunda ve kare kendini tekrarlayan bir form olduğundan dolayı bazı yönlenme zorlukları yaşanabilir. Buna önlem olarak belirgin bazı referanslar koyarsanız; örneğin FASShane’nin olduğu köşeyi mavi, onun yanındaki avluya çıkan kapının olduğu köşeyi de sarı renge boyarsınız, geriye kalan iki köşeye de kırmızı ve yeşil gibi akılda kalan temel renkleri atarsanız kafamızda oraları öyle referanslandırırız. Nasıl yelkenciler ilerideki bir adayı, kayayı veya gece olduğunda Kuzey Yıldızı’nı kerteriz alıyorlar, kullanıcılar da bina içindeki yönlenmelerini renklere göre yapabilirler. Derler ki “avluya hep sarı köşeden çıkıyorum, bir şey yemek içinse mavi köşeye gidiyorum!”.

Mimarlıkta dikey ögeler önemsenir, özellikle de meydan veya park gibi geniş bir kamusal alan söz konusu olduğunda. Camide minare, kilisede çan kulesi örneklerinde olduğu gibi dikey mimarlık bileşenlerinin hacimsel anlamda bitirici, sonlandırıcı, zapt edici nitelikleri vardır. Bizim kampüste de benzer bir hevesle bir kule inşa edilmiş ama şu an onu kullanamıyoruz; “kullanamıyorsak neden var?” diye sorası geliyor insanın. Diğer bir konu; yemekhane büyük bir kubbe altında bizi topluyor ve fikir pek hoş, ama akustik olarak performansı iyi değil. Bazı noktalara oturduğunuzda konuştuğunuz direkt olarak mekânın diğer ucundaki başka bir noktaya aktarılabiliyor, tepedeki kubbe akustik iletişim çanağı vazifesi görüyor, ki bunu arzu etmeyebilirsiniz çünkü birçok sohbet özeldir ve başkaları tarafından duyulması istenmez. Fen müzelerinde akustiğin dinamiklerini anlayabilmeniz için çanak yerleştirmeleri vardır. İki adet çanak, arada hayli uzun bir mesafe bırakılarak karşı karşıya konur. Sen çanağa doğru kafanı dönüp alçak sesle bile bir şeyler fısıldadığında öbür uçtaki çanağın yanında duran arkadaşın seni duyar ve başka kimse bu konuşmayı duyamaz.

Her daim hijyenik tutulması gereken bir bankacılık merkezi veya hastane gibi hissediyorum bazen binaların içerisinde. Hiç olmazsa görsel sanatçıların olduğu bina, öğrencilerin ve bizlerin iz bırakabileceği bir ortam sunmalıydı. Dünyadaki hatırı sayılır güzel sanatlar fakültelerinde durum böyledir, binaya girdiğiniz gibi hemen anlarsınız sanatçıların olduğu bir mekâna, evrene duhul ettiğinizi.

C.E-B.E-E.M: Peki avlu kullanımı hakkında ne düşünüyorsunuz?

M.G: Pek yeterli değil, sadece bazı hava şartlarında avluyu kullanabilir duruma geliyoruz. Avlunun farklı iklim koşullarında daha fazla kullanılabilmesi için önlemler alınabilir. Avluda gölge verecek kameriyeler olsa bence çok hoş olurdu. Düşünsenize avluda en az 8-10 tane, tercihan daha fazla, içinde divan gibi oturma mobilyası inşa edilmiş kameriye olduğunu; arkadaş grupları hem aşırı güneş hem de yağmur şartlarında bile oralara oturabilse pek hoş olmaz mıydı? Kampüste kamusal alanların daha yoğun bir şekilde kullanılabilmesine yönelik bazı önlemler alınması gerektiğini düşünüyorum.

Aslında aynı şey İstanbul için de geçerli. Özellikle Beylerbeyi, Kuzguncuk, Çengelköy, Adalar gibi eski İstanbul'u yaşayabileceğiniz mahallelerde küçük, insan ölçeğinde çardaklı sempatik köşeler vardır. İdeal İstanbul nasıl bir yer olmalı diye düşünüyorsanız Adalar'a gidin, eskiden İstanbul'un nasıl bir yer olduğunu orada anlar ve keyfini çıkarırsınız. Hâlbuki İstanbul'un yeni bölgelerine baktığımızda kamusal alanda insanların kendilerini rahat hissedebilecekleri küçük köşeler bulmanın pek kolay olmadığını görürüz. Sözünü ettiğim şeyler İstanbul'u İstanbul yapan şeyler. 

“Yaşam dışarıdadır”

Yeni mahallelerde dış mekândaki yaşamın desteklenmediğini görüyorsun. Hep kapalı yerlere doğru bir yönlendirme var. Hâlbuki bence yaşam dışarıdadır; sokaklarda, parklarda, meydanlarda, sahillerdedir. Dışarıda insan tanırsın, hava alırsın, alışageldiğin konfor alanından çıkıp keşif yaparsın. Dış dünyadan çok fazla koparıldık, bunlar ayrıştırıcı hamleler. Dışarıya kapalı güvenlikli siteler çok arttı ve özellikle tercih eden çok insan var. Şahsen bunu hiç tercih etmedim, yaşadığım yerden dışarıya adım attığım an sokakta olmalıyım. Çocukken hep sokaklardaydım; devamlı bilye, futbol, saklambaç, ortada sıçan, seksek gibi çeşitli oyunlar oynardık. Sabahtan akşama kadar sokakta olma hali beni çok özgür hissettirirdi. Bu kadar özgürlüğe düşkün olmamda sokağın kesinlikle bir payı var bence. Çünkü sokakta her istediğimizi yapardık; zaman zaman çok gürültü çıkardığımız olurdu ama arada sıkı azarlar işitsek de, büyüklerimiz anlayış gösterirdi şu ya da bu şekilde.

“Yurt dışına eğitim amacıyla gitmek isterseniz tabii ki gidin

ama uzun vadeli yaşamak amacıyla gidecekseniz iki defa,

hatta daha fazla düşünün derim.”

C.E-B.E-E.M: Biyografinizde hem Londra hem Türkiye'de yaşadığınız yazıyordu. Hem Londra hem Türkiye'de mi yaşıyorsunuz?

M.G: Londra'da bugünlerde çok daha az vakit geçirmeye başladım. Doğrusunu söylemek gerekirse Batı'dan yana çok hayal kırıklığı içerisindeyim. Eskiden varılması gereken hedef olarak gördüğümüz Batı medeniyeti bu nitelikten gittikçe uzaklaşıyor ve daha faşizan, dıştan gelen insanlara kapalı bir hale geliyor. Şimdilerde Batı’nın ürettiği sanata ve akademik araştırmalara baktığımda eskisi kadar ilerici görmüyorum Batı'yı. Senede 2-3 konferans vesilesi ile yurtdışına çıkıyorum ve bu etkinliklerde sunulan içeriklere baktığımda beni hayran bırakan çalışmalar artık neredeyse yok denecek kadar azaldı. Eskiden ürettiklerini farklı formatlar altında yeniden derleyerek “temcit pilavı” tadında içerikler sunuyorlar.

Geçtiğimiz İngiltere seçimlerinde benim çok sevdiğim bir muhalefet lideri olan Jeremy Corbyn için İngiliz entelektüelleri büyük umut ve heyecan besliyordu ama Boris Johnson adlı sağcı adam kazandı, dünyanın birçok yerindeki ırkçı sağ eğilime uygun bir gidişatla. Amerika'da Donald Trump, İngiltere'de Boris Johnson, Macaristan’da Viktor Orbán, Fransa’da Emmanuel Macron, Hollanda’da Geert Wilders (her ne kadar başkan olmasa da), ve benzeri insanların başa geçmesi veya güçlenmesiyle tüm hevesim kaçtı Batı’yla ilgili. Batı ülkelerine, özellikle de Kuzey Avrupa ülkelerine konferans katılımı dışında olabildiğince gitmiyorum. Amerika vizem 2016’da bitti, 2013’den beri gitmiyorum ve uzunca bir süre de gitmeye hiç niyetim yok. Türkiye dışında kendimi evimde hissettiğim yerler Akdeniz ve Latin Amerika ülkeleri. Arada Londra’ya gitmeyi severdim ama bu küresel ulusalcı sağcı siyasi konjonktür beni çok hayal kırıklığına uğratıyor. Suriye krizi sonrasında Batı’nın cilasının döküldüğünü ve kirli arka bahçeyi görür hale geldiğimizi düşünüyorum. Biz 4 milyona yakın Suriyeli mülteciyi ülke içinde tutalım diye atmadıkları taklak, yapmadıkları ikiyüzlülük kalmadı. Bu yüzden size önerim, yurt dışına gitmek isterseniz eğitim amacıyla tabii ki gidin ama uzun vadeli yaşamak amacıyla gidecekseniz iki defa, hatta daha fazla düşünün derim. Batı’da, özellikle de Kuzey Batı ülkelerinde hasta olduğunuzda kapınıza gelip size bir çorba getirecek insan bulamazsınız. Ama burada bulma ihtimaliniz çok daha yüksek. Genç yaşlarda bunun ne kadar önemli bir nimet olduğunun farkına varamıyor olabilirsiniz ama haklı olarak, ama 40’lara 50’lere geldiğiniz zaman bunun ne kadar önemli bir şey olduğunu anlıyorsunuz. Bana bir şey olsa aynı gün içinde kapıya yardım için dizilecek en az 10-15 yakın arkadaşım var; bu nasıl güzel bir his biliyor musun? Sahiplenildiğini, sevildiğini hissediyorsun. Haberi aldığında zart diye işini gücünü bırakır gelir yanına. Oğlum bunu şahsen deneyimlediği için siyaset bilimi eğitimini bitirdiği Londra’dan dönme kararı aldı ve çok mutluyum.

“Fotoğrafı; kendimi başka eylemler sırasında hissetmediğim kadar iyi hissetme,

kayıt altına alma ve arşivleme, bize bahşedilmiş bu harikulade dünyaya tanık olma,

çeşitli kültürleri tanıma vesilesi olarak görüyorum.”

C.E-B.E-E.M: Fotoğraf çekerken motivasyonunuz nedir?

M.G: Gerçekten çok haz aldığım bir eylem, bu kadar olmaz yani. Makinayı “on” konumuna getirip çekmeye başladığımdan itibaren sanki başka bir evrene ışınlanmış gibi hissediyorum kendimi. Dünyada ne oluyor ne bitiyor, Boris Johnson gelmiş Corbyn kaybetmiş umurumda bile olmuyor. İngilizcesiyle tam bir ‘euphoria’ yani saf ve içgüdüsel bir coşku hali. Diğer yandan, fotoğraf çekmek arşiv tutmak demek. Güçlü saydığımız ülkelere baktığınızda arşivlemeye ve veri toplamaya çok önem verdiklerini görürsünüz. Belli bir konuda bir savlarını ispat etmeye niyetlendiklerinde belge fotoğrafını çıkarıyor, yazısını çıkarıyor ve “bak böyleydi işte!” diyebiliyor. Fotoğrafı; kendimi başka eylemler sırasında hissetmediğim kadar iyi hissetme, kayıt altına alma ve arşivleme, bize bahşedilmiş bu harikulade dünyaya tanık olma, çeşitli kültürleri tanıma vesilesi olarak görüyorum. Bunları yaparken bana müthiş bir odaklanma ve dünyadaki tüm olası sorunlardan soyutlanma fırsatı da tanıyor; bu tür durumlar için “bundan iyisi Şam’da kayısı” derler. Bir sanatçı olarak dikkat çekmek istediğim bir meselem varsa, belli bir konuda bir sorunu irdelemek üzere yola çıkmışsam; o zaman da, fotoğrafı bir olay yeri inceleme ve delil toplama vesilesi olarak görüyorum.

“Kavramsalllığı ve zanaatkarlığı öyle doğru bir şekilde dengelememiz gerekiyor ki

yaptığımız projelerle izleyicilerin akıllarında kalabilecek içerikler üretebilelim.”

C.E-B.E-E.M: Fotoğraf çekerken iyi bir kompozisyon nasıl oluşturulur? Siz fotoğraf çekerken nelere dikkat edersiniz?

M.G: Fotoğrafa ilk başladığın zaman kompozisyon, ışık, renk armonisi gibi konularda eğitilmen gerekebiliyor; çünkü bunlar işin grameri. Nasıl bir dil öğrenirken düzgün bir cümle kurabilmek için o dilin gramer yapısını da öğreniyoruz; görsel dille bir anlatım eylemine girdiğimizde de görsel dilin gramerini es geçmemek gerekiyor diye düşünüyorum. Bu dili, ya da diğer deyişle kuralları iyi kullanmaya başladığındaysa, artık kuralları gerektiği yerde nasıl kırabileceğini de yavaş yavaş öğrenir ve buna cesaret edebilir hale tava geliyorsun. Aktardığın içerik bazı kuralları kırmanı gerektiriyorsa bunu öyle bir şekilde yapmalısın ki, insanlar senin dediğine kulak kabartsınlar veya gösterdiğine kafalarını çevirsinler. Bu dediğim şey ancak zaman içinde belli bir tecrübe ve ustalık kazandıktan sonra olabiliyor. Kavramsalllığı ve zanaatkarlığı öyle doğru bir şekilde dengelememiz gerekiyor ki yaptığımız projelerle izleyicilerin akıllarında kalabilecek içerikler üretebilelim…

C.E-B.E-E.M: Ara Güler örnek aldığınız kişiler arasında mıdır, sizi kimler etkiledi?

M.G: Beni etkileyen çok sayıda yerli ve yabancı isim var, onların hepsinin ismini saymak zor olur. Ara Güler önemli bir fotoğrafçı gerçekten. Görüntüsü artık kafamıza nakşedilmiş çok sayıda klasikleşmiş siyah-beyaz fotoğrafı vardır. Ara Güler fotoğrafının benim için daha değerli yönü, kendi başına bir sipariş gelmeden oluşturduğu ve Türkiye Cumhuriyeti’nin belli bir dönemine ışık tutan, sanatsal açıdan diğer fotoları kadar kayda değer olmayıp da daha çok tarihi belge değeri olan fotoğraflarından oluşan külliyatıdır. Ara Güler müzesi kuruldu biliyorsunuz ve benim müzeyi detaylı bir şekilde gezme şansım oldu. Müzeyle işbirliği içerisinde Yapı Kredi Kültür Sanat’ın yeni mekânında Ara Güler hakkında bir konuşma yaptım. Sunumu doğru şekilde derlemek için müzeden Ara Güler’in alışık olmadığımız ve yukarıda sözünü ettiğim türden arşivsel fotoğraflarını talep ettim. Öyle fotoğraflar paylaştım ki, sunum sırasında bir izleyici ayağa kalktı ve biraz sinirli bir edayla “bu gösterdiğiniz Ara Güler fotoğrafı olamaz!” dedi. Ben de “size ne kadar müteşekkirim anlatamam, sayenizde amacıma ulaştığımı anladım” dedim. “İzleyiciler arasında Ara Güler Müzesi yöneticisi Umut Sülün bulunuyor, kendisi size bu fotoğrafın Ara Güler fotoğrafı olduğu konusunda garanti verebilir!” diye de ekledim. Kısacası Ara Güler’den feyz almamak mümkün değil, farklı boyutlarda örnek alınabilecek işler yapmış; ben de Türkiye’nin belli bir dönemi hakkında arşiv yaratma motivasyonunu örnek aldım mesela.

“Geçmiş, şimdi ve gelecek arasında bağlar kurup şimdiye dair kafamızı çalıştıran,

tortu bırakan kitapları seviyorum”

C.E-B.E-E.M: Sevdiğiniz ve önerdiğiniz kitap ve filmler nelerdir?

M.G: Kitap, film, müzik önermek zor iştir. Genelde önerilerimi kategori, janr üzerinden yapıyorum. Mesela roman çok sevmem. Kurguyu becerikli biri yapmışsa bile film seyreder gibi okursun ama aklında çok bir şey kalmaz. Bu yüzden olgusal ve şimdiye, geçmiş ve gelecek üzerinden göndermeler yaparak tahliller yapan kitapları severim. Bunun nedeni siyasi gelişmeleri çok yakından takip ediyor olmam herhalde. Okuduğum bir şeyi, kullandığım teknolojiyi, ettiğim sohbeti, yaptığım seyahati, ürettiğim sanatı az ya da çok siyasete bağlamayı seviyorum çünkü o zaman çeşitli yaşamsal dinamiklerin iç yapısını çözüp hayatta ona göre konum alabiliyorum. İlle de bir şeyler öner derseniz; Yuval Noah Harari’nin “Sapiens: A Brief History of Humankind” türünden kitapları çok faydalı buluyorum çünkü geçmiş, şimdi ve gelecek arasında bağlar kurup şimdiye dair kafamızı çalıştıran, tortu bırakan kitaplar bunlar. Fritjof Capra’nın “The Tao of Physics” adlı kitabı da çok değerlidir benim için. Batı’nın ne kadar deterministik bir düşünce biçimine sahip olduğu, Doğu’nun metafiziğe daha yakın bir kafa yapısı olduğu ve bunların mantıklı karşılaştırmalarının, irdelemelerinin olduğu bir kitaptır. Fizikçi Richard Feynman’ın "Surely You're Joking, Mr. Feynman!: Adventures of a Curious Character” ise diğer değerli bir kitap. Feynman bu kitapta, mühendislik dünyasının aslında ne kadar kabız bir bakış açısı olabildiğini ve mühendisliğin yaratıcılıkla beslenmediği sürece aslında çok mekanik ve robotik bir alana kolayca dönüşebildiğini anlatır temel olarak.

Filmlerden bahsedecek olursam, Matrix’in birinci versiyonunu çok severim. Şu anda yaşamakta olduğumuz hayatı çok güzel tahlil etmiştir. Özgün ve özgür bir yaşam tutturmak istiyorsan bu tür yaşamın çok zor olduğunu kırmızı hapla temsil ederek irdeler. Mavi hap seni sistemin uygun gördüğü yaşama götürür ve sana farkında olmadan dayatılan “iyi” ve “kolay” bir hayatı yaşarsın. İyi bir şey yaşıyor zannedersin ama derinine indiğinde aslında başkasının istediği, dikte ettiği bir hayatı yaşıyorsundur. “Children of Men”, ‘ V For Vendetta’ gibi filmler ve “Black Mirror” gibi diziler sisteme karşı çıkan ve eleştiren yapımlar olmaları dolayısı ise önem taşıyorlar. Akılcı gelecek projeksiyonları yapıp “biz buradan nerelere gidebiliriz, gidersek ne olur, ne tür sorunlarla karşılaşabiliriz?” gibi hayatî sorulara cevaplar arayan üretimlerdir bunlar. Kısacası, geçmişi şimdiyi ve geleceği bağlantılandırıp olası gidiş yönleri önerebilen kitap ve filmlerden hoşlanıyorum.

C.E-B.E-E.M: En sevdiğiniz ve son zamanlarda en çok dinlediğiniz şarkılar nelerdir?

M.G: 80’lerin diskosu mükemmeldir, hala dinlersin; yeni nesilden insanlar da dahil olmak üzere hoşlanmayanını henüz görmedim. Bu anlamda bu parçaların çoğunu ‘timeless’ olarak nitelendirebiliriz. Rock müziğin Led Zeppelin, Pink Floyd, Foreigner, Styx, AC/DC, Deep Purple, King Crimson, Jethro Tull, Supertramp, Dire Straits gibi klasikleri müthiştir. Her ne kadar bunu söylemek dede gibi konuşmuş olma riski taşıyorsa da, zamanımızda bu kalitede bir rock müziği üretilemediğini düşünüyorum. Klasik Batı müziğinden ise karşıma çıktığında hoşlanırım ama favori müziğim değil ve bu janrda fazla albüm yok elimde. Benim asıl olayım caz, özellikle de kuzey cazı; yani çoğunlukla İskandinavlar tarafından icra edilen çağdaş caz. Ayrıca “dünya müziği” dediğimiz bir müzik türü var; bu kapsamda Türkiye de dahil dünyanın farklı kültürlerinden çok üst düzey müzisyenler bir araya geliyor ve beraber unutulmaz, arşivlik albümler üretiyorlar. “World Music” çok seviyorum çünkü her türlü folklorik müzikal tadı aynı anda alabiliyorsun ve daha önce üretilmemiş bir müzik üremiş oluyor aslında. Sadece farklı kültürlerden insanlar bir araya geldiğinde o müzik ortaya çıkabiliyor. Nordik caz ve dünya müziğinin eşsiz örneklerini en kapsamlı bir şekilde çatısı altında toplayan ECM (Edition of Contemporary Music) adlı bir plak şirketi vardır. Lisedeyken izlemeye başlamıştım ve hala izliyorum.

Sabancı Üniversitesi istediğim türden şeyleri

istediğim şekilde üretebileceğim özgür bir ortam sunuyor

C.E-B.E-E.M: Sizce neden öğrenciler Sabancı Üniversitesi’ni tercih etmeli ve siz neden Sabancı Üniversitesi’ni tercih ettiniz?

M.G: Sabancı Üniversitesi bana çok özgür bir ortam sağlıyor. İstediğim türden şeyleri istediğim şekilde üretebiliyorum. Üretim alanım yani fotoğraf arazide olmayı gerektiriyor. Masa başında oturarak bir fotoğraf projesini finalize edemiyorum, sıklıkla dışarıda olmam gerekiyor. Birçok başka akademik kurum sabah 9 - akşam 5 modelini benimsemiş görünüyor, bu anlamda bir zorunlu memuriyet sistemi akademik yapılarda herkese dayatılmamalı. Bir akademisyen kütüphanede yaptığı araştırmalar sonrası masa başında bilgisayar üzerinden araştırmasını, üretimini yürütebilecek durumdaysa bu sistemde var olmak olası. Ama bizim gibi arazide olmayı gerektiren işlerde okulun elastik davranması gerekiyor ve bu esneklik Sabancı Üniversitesi’nde var. Özgür bir ortam sunulunca, bu jestten dolayı hocaların sorumluluk duygularının artmaya başladığını ve istismar etmektense daha motive olabildiklerini düşünüyorum. Hoca istediği şeyi istediği şekilde yapmaya başlayınca onu daha iyi yapmaya başlıyor. Okul da bunu görünce, manevi desteğe ek olarak, öğretim üyelerine verilen Kişisel Araştırma Fonu (KAF) ile hocalarını maddi anlamda da destekliyor. O destek sayesinde ürettiğin içeriği ulusal ve uluslararası ortamlarda daha fazla insanla paylaşabiliyor ve okulun adını yurtdışında daha fazla duyurur hale geliyorsun. Diğer yandan hoca kendini güncel tutmuş oluyor ve öğrencilere daha güncel, sağlıklı, sağlam bilgiler aktarabilme ve daha güvenilir olma şansını yakalamış oluyor. Bizim okulda her üç yılda bir değerlendirme süreci vardır. Ben şimdiye kadar bunlardan dört tane geçirdim. Bunların ikisinde başarısız kabul edilirsen okuldan ayrılman söz konusu olabiliyor. Fakat sağlanan imkânlarla hoca zaten kendini güncel tutuyor ve bu değerlendirmelerde iyi sonuç alabilmek için yaratılmış zemine basarak sağlam bir şekilde ilerliyor. Özgür hissetmemin yanında bana güvenildiğini de hissediyorum ki bu, özellikle insanların birbirlerine olan güvenlerin iyice azaldığı bu vahşi rekabetçi ortamda çok önemli bir his.

Diğer yandan, bizim okulumuzda iyi niyetle ve ciddiyetle bir şeyler yapmak isteyen öğrencinin de yolunun açık olduğunu düşünüyorum. Farklı programlarda alanlarında birçok usta isim hocalık yapıyor sonuçta. Bu yüzden bana fikir sorulduğunda Sabancı Üniversitesi’ni içim çok rahat bir şekilde dostlara, yakınlarıma ve izleyenlere tavsiye edebiliyorum.

 Cenk Eligüzeloğlu, Eren Mutlu, Murat Germen, Begüm Erinç

Murat Germen Kimdir? 

Sanat ve Sosyal Bilimleri Fakültesi Öğretim Görevlisi Murat Germen hakkında detaylı bilgi edinmek için lütfen tıklayın.  

#AkademisyeneSor nedir?

Öğretim üyelerimizin kendileri hakkında merak edilen soruları yanıtladığı #AkademisyeneSor Projesi Sabancı Üniversitesi Endüstri Mühendisliği 2019 mezunumuz Merve Üre ile Yönetim Bilimleri Fakültesi 2019 mezunumuz Ecem Dinçdal tarafından hayata geçirildi.

#AkademisyeneSor’un yeni döneminde Bilgisayar Bilimi ve Mühendisliği Programı 3.sınıf öğrencisi Cenk Eligüzeloğlu, Endüstri Mühendisliği Programı 2.sınıf öğrencisi Eren Mutlu ve Endüstri Mühendisliği Programı 3.sınıf öğrencisi Şebnem Şevin Eraslan görev alıyor.

Akademisyene Sor, öğretim üyelerimiz ile öğrencilerin sorularını buluştururken, aynı zamanda Sabancı Üniversitesi’nin değerlerinin tanıtılmasını ve dışarıdan daha iyi anlaşılmasını amaçlıyor. #AkademisyeneSor videolarını Instagram hesabımızdan izleyebilir, öğretim üyelerimize merak ettiklerinizi sorabilirsiniz.  

Nano Open Seminer Serisi'nin yeni konuğu Güralp Özkoç

Sabancı Üniversitesi Nanoteknoloji Araştırma ve Uygulama Merkezi (SUNUM) tarafından düzenlenen Nano Open Seminer Serisi 7 Şubat 2020 Cuma günü Kocaeli Üniversitesi Öğretim Üyesi Güralp Özkoç’un “Yeni nesil hibrit nano-malzemelerden, fonksiyonel polimerlere” konulu semineri ile devam ediyor. 

*Seminere tüm Sabancı Üniversitesi öğrencileri, akademisyenleri ve çalışanları davetlidir.

Güralp Özkoç Hakkında

1979 yılında Sinop'ta doğdu. Doktora derecesini 2007 yılında Orta Doğu Teknik Üniversitesi'nde Polimer Bilimi ve Teknolojisi Bölümü'nden alan Özkoç, halen Kocaeli Üniversitesi Kimya Mühendisliği Bölümü'nde Profesör olarak görev yapıyor. 

Dr. Özkoç’un araştırma alanları polimer bileşimi, polimer kompozitler, nanokompozitler ve karışımlar, biyolojik olarak bozunabilir polimerler ve elastomerlerdir.

70'den fazla makale yayınlayan, 10'dan fazla TÜBİTAK Projesi yürütten ve 30'dan fazla endüstriyel proje ve işbirliğine katılan Dr. Özkoç’un h-endeksi 20 ve i10-endeksi 36'dır.

6 adet patenti bulunmaktadır.

BiGGinner Programı 2020 dönemi başvuruları devam ediyor

Teknoloji tabanlı ve yenilikçi iş fikri sahibi girişimcilere 200.000 TL hibe desteği verilen TÜBİTAK 1512 BİGG Programı'nın resmi yürütücüsü Sabancı Üniversitesi Inovent A.S tarafından BiGGinner adıyla yürütülen programın 2020 dönemi başvuruları devam ediyor. BİGGiner Program tanıtımı 6 Şubat 2020 Perşembe günü gerçekleşecek.


Sabancı Üniversitesi İnovent A.Ş, “BiGGinner” adıyla TÜBİTAK’ın 1512 Bireysel Genç Girişimci Destekleme (BİGG) Programı’nın kapsamında teknolojik iş fikri sahibi girişimcilerin; iş fikirlerinin toplanması, desteklenmesi ve değerlendirilmesi ile ön değerlendirmeyi geçen girişimcilere yönelik ön kuluçka ve mentörlük desteklerinin verilmesi amacıyla görevlendirilen resmi uygulayıcı kuruluşlardan biri olarak faaliyetlerini yürütüyor. 

200.000 TL hibe desteği

Herhangi bir şirkette ortaklığı bulunmayan, en az lisans son sınıf öğrencisi olan ve teknoloji tabanlı iş fikrini hayata geçirirken kendine hız verecek paraya ihtiyacı olan genç girişimcileri TÜBİTAK’ın 200.000 TL hibe destekli programına başvuru yapabilir. Son başvuru tarihi 14 Şubat 2020.

Detaylar, şartlar ve başvuru için tıklayın: www.bigginner.com 

TÜBİTAK 1512 BiGG ve BiGGinner programı tanıtımı

TÜBİTAK 1512 BiGG ve BiGGinner programı, 6 Şubat 2020 Perşembe günü saat 15:00-16:00 arası Collaboration Space’te düzenlenen etkinlik ile tanıtılacak ve girişimciler süreç hakkında bilgilendirilecek. Etkinlik, teknoloji tabanlı iş fikri sahibi herkesin katılımına açıktır.

Tanıtım etkinliğine kayıt olmak için lütfen tıklayın. 

Abone ol